Din Hurafeleri Yok Etmezse Hurafeler Dini Yok Eder

Özellikle birçok gencin dinden uzak olmasının ve hatta Allah’a ve dine inanmamasının sebebi dinin kendisi değil, uydurma hadislerden hareketle dini yanlış anlayan ve anlatan mensupları. Bu yüzden dinin insan için olmazsa olmaz bir ihtiyaç olduğunun farkına varamadıkları için pek çok kişi yaşadığı hayata dair hep bir arayış içinde, bir şekilde tatmin olma hevesinde. Uydurulan hadislerin başımıza açtığı belaların farkında olmayanlar, imanından olan bunca insanın vebaline de ortak oluyorlar. Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi: “Din hurafeleri yok etmezse hurafeler dini yok eder.” “Kur’an edebiyat değil, hayattır; dolayısıyla O’na bir düşünce tarzı değil, bir yaşama tarzı olarak bakılmalıdır.” Gerçekten de Kur’an hayattır. Bu yüzden Rabbimiz ayetleri ile bizlere uyarılarda bulunmakta ve ayetlerine uygun olmayan söz ve eylemlerimiz ile ilgili öne süreceğimiz her türlü bahanenin yolunu kapamaktadır.
Gerçeği söylemenin bir bedeli vardır ve bu bedeli en ağır şekilde ödetirler insana. Peygamberler toplumlarına gelip de onlara Allah’ın sözlerini yani gerçeği getirdiklerinde bunun bedelini en ağır şekilde ödemişlerdir. Ancak din adına uydurulan şeyler bu ümmeti can damarından yakalamış ve hastalıklı hale getirmiştir. Müslümanları kendine getirecek şey vahiy ile yüzleşmektir. Ali Şeriati’nin söylediği gibi:
“Söylediklerim acı, sivri ve inciticidir. Eğer görüşlerimde hakikat payı olduğuna inanıyorsanız, lütfen, bu acıtıcı sözlerimden dolayı beni affedin. Zira maslahata göre konuşmak, insanların hoşuna gider. Yalan, hile ve pohpohlama tatlı, hakikat ise acıdır. Ağrının olduğu yeri uyuşturmak ve hastalığın varlığını inkâr etmek hastayı sakinleştirir. Ancak biz, hasta ile karşı karşıyayız ve acı da olsa şu gerçeği açık ve net bir şekilde ona söylememiz gerekir: Kanser, kanında, beyninin derinliklerinde ve kalbinin merkezinde büyük hasarlara neden olmuştur. Hastalık ilerlemiş, zaman kısıtlı ve musibet ağırdır.”
Yine şöyle söylüyor Şeriati: “Her şeyi yok ettiler. Zahirini koruyup batınını, ruhunu, yönünü değiştirdiler ve kendi sosyal, sınıfsal, ekonomik çıkarlarına uygun hale getirdiler. Her biri derin bir düşünceyi, bir akideyi içinde barındıran dini kavramları anlamsız, içi boş, çürük ve ruhsuz bir şekle soktular. Keşke içini boşaltıp öyle bıraksalardı. Fakat bununla kalmadılar; bu kavramların içini insanı uyuşturan İslam dışı hurafelerle doldurdular.”
Fazlur Rahman da İslam dininin geleneksel şekilde anlaşılıp yorumlanmasının ortaya çıkardığı sıkıntılı durumu her fırsatta dile getirmeye çalışmış düşünürlerden biridir. Dinin özünden olmamasına rağmen yaygın şekilde kabul gören inanç ve rivayetler, kendi ifadesiyle geleneksel inançlarını darmadağın eden ciddi bir şüphecilik dönemine girmesine sebep olmuştur. Bu şüphelerden kurtulabilmek için onda İslam’ı anlama yolunda yeni bir gayret uyanmıştır. Hz. Peygamber’in hayatı ile birlikte bizzat Kur’an’ı incelemesi, onun mahiyetini ve gayesini anlamada kendisine yeni bir derinlik kazandırmış ve bu vesile ile kendi geleceğini yeniden değerlendirme imkânı elde etmiş ve geleneklerin ıslah edilmesi gerektiği inancını şu şekilde dile getirmiştir:
“Müslüman filozofların yanlış yola saptığına kani olduktan sonra, İslam’ı anlamak için bende yeni bir gayret uyandı; sanki “yeniden dünyaya gelmiş” gibiydim. Fakat o İslam neredeydi? Babamın bana öğrettikleri değil miydi? Ancak babam on dört asırlık bir geleneği bana aktarmıştı. Nitekim benim şüphelerim de o geleneğin bazı önemli noktalarına yönelikti. Bundan sonra her ne kadar Müslümanlar inançlarının, hukuk ve manevî değerlerinin Hz. Peygamber’e inen vahyi içeren “Kur’an’a dayandığını” iddia ediyorlarsa da, Kur’an’ın geleneksel hiçbir öğrenim kurumunda tek başına öğretilmeyip daima tefsirlere bağımlı olarak öğretildiğinin farkına vardım. Peygamber’in hayatı ile birlikte bizzat Kur’an’ı incelemem, onun mahiyetini ve gayesini anlamada bana yeni bir derinlik kazandırdı. Böylece kendi geleneğimi yeniden değerlendirme imkânını elde ettim… Sonuç olarak, bütün dini geleneklere devamlı yeniden hayatiyet kazandırılması ve ıslah edilmesi gerektiği inancındayım.”
Geleneksel din anlayışına sahip kişi ve çevrelerin sahip oldukları yaygın kanaat, geçmişte yaşamış ve âlim kabul edilen kişilerin görüşlerinin ve bu kişilerce yazılıp derlenmiş eserlerin, sorgulanmaksızın benimsenip kabul edilmesidir. Oysa referans kabul edilen kişilerin birçoğu, eserlerinde savundukları düşüncelerini temellendirdikleri hadisleri kullanma konusunda gereken hassasiyeti gözetmemiş ve Kur’an’a uygun olup olmadığına bakmaksızın birçok rivayeti kullanmaktan çekinmemişlerdir. Diyanet İşleri Başkanlarından merhum Ahmet Hamdi Akseki söz konusu durumu çok güzel özetlemiştir:
“İtirafa mecburuz ki: Her yerde olduğu gibi Şarkta, yani Müslümanlar arasında da, ufak bir muhakemeye bile lüzum hissetmeksizin her sözü körü körüne kabulde ısrar eden mutaassıplar dün olduğu gibi bugün de vardır. Bunlar ne şekilde olursa olsun, rivayete, nakillere o derece âşıktırlar ki, nerede ve hangi mesele hakkında bir nakil görseler onu hemen alırlar, kitaplarına geçirirler, neye mâl olursa olsun onu kabulde ısrar gösterirler. Bunlar kendilerini kelimelerin akıntısına o derece kaptırmışlardır ki, eskilere mahsus herhangi bir tefsirde, kitapta, ne olursa olsun, gördükleri bir mütalaayı müdafaa etmeyi dinin gereklerinden bilirler. İslâm düşmanlarından ziyade, İslâm dinine mensup olduğunu iddia eden bu zümreden bizzat Müslümanlığın pek çok zarar gördüğünü söylersek, hiç de mübalağa etmiş olmayız.”
Hadis rivayetlerinin hem Kur’an ile hem kendi aralarında hem de akıl ve mantık ile çelişkileri gösterildiğinde, bazı kişi ve çevrelerin bu çelişkileri görmezden geldikleri ya da temelsiz birtakım yorumlar ile aslında çelişkili bir durum olmadığını göstermeye çalıştıkları görülmektedir. Yine kimi zaman bazı rivayetlerin kabul edilip bazılarının kabul edilmediği veya rivayetlerin birbirlerini nesh ederek hükümlerini ortadan kaldırdıkları iddia edilmekte ve bir şekilde söz konusu rivayetler kurtarılmaya çalışılmaktadır. Bazen de kaynağını vermeden bir rivayet aktardığınızda kimi kişiler “Böyle şey mi olur. Bunu kim kabul eder” türünden tepkiler vermekte ve o türden rivayetleri yok saymaktadırlar. Oysa geleneksel din anlayışı açısından bu tutum kabul edilebilir değildir. Madem güvenilir kabul edilen hadis kitapları Kur’an’dan sonra dinin ikinci kaynağını teşkil etmektedir, o zaman söz konusu bu hadis kitaplarında geçen her şeyin de dinin gereği olarak kabul edilmesi, eksiltme yapılmaması gerekir. Öte taraftan her ne kadar sözlü olarak bu şekilde söylense de uygulama ve yaklaşımda hadislerin Kur’an’ın önüne geçirildiği bir gerçektir. Ancak birçok kişi hadis rivayetlerine işine geldiği gibi yaklaşmakta, düşüncesini destekleyeni kullanmakta, desteklemeyeni ya da işine gelmeyeni ise yok sayarak görmezden gelmektedir. Tek başına bu bile yöntem açısından tutarsızlığı net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Oysa dinin tek kaynağının Kur’an olduğunu söyleyen birisi herhangi bir konu ya da iddia karşısında “O ayeti bırak” ya da “Şu ayeti dikkate alma” diyebilir mi? Şüphesiz diyemez. Ya da şayet Kur’an ayetleri de hadis rivayetleri gibi kendi aralarında çelişseler, Kur’an’ın Allah’tan geldiği kesin olan bir vahiy olduğu iddia edilebilir mi? Şüphesiz edilemez. Dolayısıyla hadis rivayetleri dinin kaynağı olamaz ve bırakın Kur’an’ın önüne geçirilmesini, Kur’an’ın yanına dahi konulamaz. Ancak Kur’an’a uygun olan birtakım rivayetler tarihsel bir bilgi (siyer kaynağı) olarak değerlendirilebilir.
Hadislerin hem Kur’an ile hem de kendi aralarında çelişiyor olmaları zannedildiği gibi güvenilir olmadıklarını gösterdiği gibi örnek verilen birçok ayetten de görüldüğü üzere dinin tek kaynağı Kur’an’dır. Peki, Kur’an’a uygun olan hadislere yaklaşımımız nasıl olmalıdır? Öncelikle dini hükümlerin, helal ve haramların sadece Kur’an’dan hareketle tespit edileceği bilinmelidir. Kur’an’a ilave ve eksiltme yapmayan, ayetlerin metnine ve ruhuna uygun olan rivayetler güzel öğüt ve nasihatler olarak kabul edilmeli ve peygamberimizin sözü olarak değil ama peygamberimize isnat edilen bir söz olarak görülmelidirler. Bu şekilde rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetler Kur’an’a uygun olduğu için kesin olarak peygamberimiz tarafından söylenmiş olduğunu iddia edemesek de peygamberimiz tarafından söylenmiş olabilecek türden sözler olarak kabul edilebilir. Kütüb-i Sitte içinde bu türden güzel ve anlamlı rivayetler görmek de mümkündür. Bu rivayetler Kur’an’ın yanında dinin kaynağı olarak alınmadıkları müddetçe peygamberimize isnat edilen sözler olarak okunabilirler. Bu ayrımın sağlıklı bir biçimde yapılabilmesi için öncelikle aklın devreye sokulması yani işlevsel bir hale getirilmesi, Kur’an’ın çok iyi bilinmesi ve hem ayetlerin işaret ettiği şeylerin doğru bir şekilde kavranması hem de Kur’an’ın evrensel ruhunun özümsenmesi gerekir.
Kur’an’da Allah’ın insanlara zulmetmediği, insanların bizzat kendi elleriyle kendilerine zulmettikleri ifade edilir:
“…Allah onlara zulmetmedi, onlar kendilerine zulmediyorlardı.”
(Ali İmran Suresi 117).
Allah’ın insan yaratılışına uygun kıldığı, hayatı güzelleştirmek ve yeryüzünü bir arada barış ve kardeşlik içinde yaşanır hale getirmek için bildirdiği dini yaşanılmaz ve tam anlamıyla sorun haline getirenlere uyarak bu zulme ortak olmamak gerekir.
Kaynak: Allaha Öğretilen Din