Hadisler Neden Dinin Kaynağı Olamazlar?
Aslında bu sorunun cevabı basittir. Hadisler dinin kaynağı olamaz çünkü örnek verilen birçok ayetten net bir şekilde görüldüğü gibi dinin tek kaynağı vardır o da Kur’an’dır. Allah dinini Kur’an vahyi ile bildirerek tamamlamıştır. Hadis rivayetleri hem Kur’an ile hem kendi aralarında hem de akıl ve mantık kuralları ile çelişiyor olmasaydı yine de dinin kaynağı olamazlardı. Çünkü dinin kaynağının ne olduğunu insanlar değil dinin sahibi olan Allah belirler. Allah’ın dinine uymak isteyen Allah’ın belirlediği ile yetinmelidir. Allah’ın belirlediğinin dışında kalan şeyler Allah’ın dininden değildir.
Dinin Kur’an’dan öğrenilmesinin olmazsa olmaz bir gereklilik olduğu ifade edildiğinde güvenilir kabul edilen hadis kitapları olmadan dinin anlaşılamayacağı çünkü söz konusu hadislerin ayetleri açıkladığı ve dini tamamlayarak anlaşılır hale getirdiği iddia edilir. Oysa söz konusu kitaplardaki birçok hadis, hem Kur’an ile hem kendi aralarında hem de insan aklı ve yaratılışı ile çelişmekte ve dini tam anlamıyla anlaşılmaz, içinden çıkılmaz ve yaşanılmaz bir hale getirmektedir. Dolayısıyla güvenilir kabul edilen hadis kaynakları, hiç de zannedildiği gibi güvenilir değildir. Yaygın olan kanaat, Kur’an’ın hadislere muhtaç olduğudur. Oysa bu kanaat son derece yersiz ve temelsizdir. Aksine hadis rivayetleri tam anlamıyla Kur’an’a muhtaçtırlar. İçlerindeki sayıları az da olsa gerçek olabilecek ve peygamberimiz tarafından Kur’an’ın yanına ilave bir kaynak olmak maksadı ile söylenmemiş olan hadislerin belirlenebilmesinin Kur’an dışında bir yolu yoktur.
Peygamberimizin Kur’an ayetlerini tebliğ ettiği konusunda inanan insanlar açısından bir şüphe olmadığına göre, peygamberimizin Kur’an’a uygun olmayan yani Kur’an’dan referans alamayan bir sözü söylemeyecek olmasında da bir şüphe bulunmaması gerekir. Ancak güvenilir kabul edilen hadis kaynakları incelendiğinde bu noktada birçok şüphenin açık bir şekilde ortaya çıktığı görülür. Şüpheli olan, güvenilmez olandır. Bu yüzden ayetler her fırsatta Kur’an’ın kuşku, şüphe ve çelişki barındırmayan bir kitap olduğu vurgusunda bulunur. Kur’an’dan tek bir din çıkar. Oysa hadis kaynakları içinden birçok konuda birbirinden farklı uygulamaları olabilecek birden fazla din çıkarılabilir. Örneğin insanlar birçok konuda kendi görüşlerini destekleyecek bir hadis rivayeti bulabilirler. Kur’an ayetleri birbirlerini tamamlarlar. Kendi aralarında çelişmezler. Bu yüzden Kur’an’dan bir hüküm çıkartırken Kur’an’a bütünsel yaklaşmak gerekir. Oysa hadis rivayetleri için aynı şey söz konusu değildir. Hadislere bütünsel yaklaşılamaz. Hadislerden hüküm çıkartılamaz. Çünkü hadisler hem Kur’an ile hem de kendi aralarında çelişirler.
Kur’an, ilahi bir kelam olması sebebiyle kendi içinde tutarlıdır. Oysa peygamberimizden sonra hadis uyduranlar için tutarlılık söz konusu değildir. Daha sonradan bu hadisleri toplayanlar, hadis rivayetlerinin Kur’an’a uygunluğunu gerektiği gibi gözetmedikleri gibi kendi içinde tutarlı olmalarını da gerektiği gibi gözetmemişlerdir. Tek başına bu bile hadis rivayetlerinin tamamına yakınının peygamberimize ait olmadıklarının ve ondan çok sonra uydurulduklarının yeterli delilidir. Bu yüzden hadis rivayetlerine güvenmek mümkün değildir.
Bugün tüm dünyada mezheplerden ve hadislerden hareketle yaşanan geleneksel dinin hali ortadadır. Bugün yaygın olarak yaşanan din, Allah’ın indirdiği dinden önemli ölçüde uzaktır. Kimi Müslümanlar savaş, kargaşa ve mezhep çatışması içinde, kimileri de sırtını Batı ülkelerine dayamış, kafasını kuma gömmüş ve toprağın altından çıkan petrolün geliri ile zevk sürmekte. Kur’an’ın içindeki aklı kullanma, barışı esas alma, hak, hukuk, adalet, paylaşım, özgürlük, işe ehil olma, istişare ve Allah yolunda en güzel şekilde mücadele ise hayatın dışına çıkarılmış vaziyette.
Allah’ın apaçık ayetlerini hiçe sayan bir Müslümanlık ile karşı karşıyayız. Sözüm ona İslam adına çeşitli gruplar tarafından Ortadoğu kana bulanıyor. Kendilerine biat etmedikleri gerekçesiyle Müslümanlar katlediliyor. Kimi “Müslümanlar” haksız yere Müslüman kardeşinin kafasını kesiyor. Keserken “Allahuekber” diyor, kafasını kestiği Müslüman da şehadet getiriyor. Müslüman olmasına rağmen oruç tutmadığı gerekçesiyle yine “Müslümanlar” tarafından insanlar kırbaçlanıyor, çarmıha gerilerek işkencelere uğruyor ve öldürülüyorlar. Kadınlar cariye ilan ediliyor, tecavüze uğruyor, pazarlarda satılıyor ve zorla sünnet ediliyorlar. Nasıl olsa peygamberimiz adına uydurulmuş ve “güvenilir” kabul edilen kitaplarda yer alan hadisler ve onlar üzerine kurulmuş mezheplerde tüm bu yapılanları meşrulaştıracak söylemler var. Bir düşünelim bu nasıl Müslümanlık? Allah insanı ne ile sınar? Görünen o ki önce insanlığıyla. Müslümanım diyen ama bu şerefin hakkını veremeyip altında kalan ne çok insan var.
Ölümler bile günümüzde, ölenin kimliğine göre önem kazanıyor. Haksız yere canından olan herkes kendi canımızdan bilinmeyip din, mezhep ve ideoloji ayrımı yapılıyor ve bizden olmayan herkes ötekileştirilerek haksızlık ve adaletsizliklere göz yumuluyor. Sonra da “insanız”, “Müslümanız” deniliyor. Her gün yok yere binlercesi katledilse de Allah’ın en aziz kıldığı şey candır. Her nerede Allah adına ve dine sahip çıkma iddiasıyla din dışı söz ve eylemlerde bulunan birileri varsa orada şeytana kulluk, nefse hizmet vardır.
Allah kimseyi din polisi kılmamıştır. Allah Kur’an’da peygamberimize:
“Sen onların üstüne bir zorba değilsin. O halde, benim tehdidimden korkanlara Kur’an ile öğüt ver.”
(Kaf Suresi 45),
“Yüz çevirirlerse biz seni onlar üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen, tebliğden başkası değildir.”
(Şura Suresi 48),
“Rabbin isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı. O halde sen mi insanları inanmaları için zorlayacaksın?”
(Yunus Suresi 99)
şeklinde uyarılarda bulunmuş ve kendisine kulluk ve ibadet etmeyenlerin dünyevi olarak cezalandırılmalarını emretmemiştir. Yine Kur’an’da açık bir şekilde:
“Dinde baskı, zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur.” (Bakara Suresi 256)
denilmiştir.
“Hadislere Dil Uzatma”
Sözle açıkça olmasa da uygulamayla denilen şu: “Vahiyle çelişse de, vahyin üzerine çıksa da, ayetin hükmünü ortadan kaldırsa da, Allah’a ve resulüne iftiralar barındırsa da hadis âlimlerimize ve kitaplarına dil uzatma.” İşte bunu söyleyenler, hadis âlimlerine ve kitaplarına teslim oldukları kadar, Allah’a teslim olmuyor, Kur’an’ı gerektiği gibi önemsemiyorlar. Oysa hesap günü hadis ve mezhep kitaplarından, “âlim” kabul edilen hatta kitaplarının bizzat Allah tarafından kendilerine yazdırıldığını söyleyen kişilerin kitaplarından değil, Allah’ın vahyi Kur’an’dan sorulacak ve sorumlu tutulacağız. Reçetemiz Allah tarafından yazılmış ama biz şifayı başka yerde arıyoruz. Rabbimiz açık bir şekilde bize: “…Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım ve (Allah’a) teslimiyeti sizin için hayat tarzı olarak benimsedim.” (Maide Suresi 3) diyorken insanlar halen kalkıp Allah’ın dini adına Allah’ın sözü üzerine söz koyuyor, bu da yetmezmiş gibi kulun doğrudan Rabbinin sözleri ile muhatap olmasının önüne geçip, pürüzsüz, lekesiz ve doğrudan kaynağından beslenen dosdoğru yol yerine insanları dikenli, taşlı, engebeli ve uçurumlarla dolu yollara sürüklüyorlar.
“Bu (Kur’an), insanlar için basiretler (yanılmadan görebilme yeteneği, anlayış ve kavrayış kazandıran ayetler), kesin bilgiyle inanan bir kavim için de bir hidayet ve bir rahmettir.”
(Casiye Suresi 20).
Müslümanların çoğunluğu, gerektiği gibi düşünmeden, sorgulamadan, inceleme ve araştırma yapmadan geleneği taklit ettikleri için gelenek onlara nasıl bir peygamber imajı sunuyorsa onu kabul ediyorlar. Hatta kimi zaman peygamberimize insanüstü vasıflar verilmesi marifet zannediliyor.
Oysa peygamberimizi seçerek onu elçilik ile şereflendiren Allah’tır. Onu kitap ve iman ile bilgilendiren ve insanlara tebliğ etmesi için onu destekleyen Allah’tır. Kur’an açık bir şekilde kendisine vahiy gelmeden önce peygamberimizin kitap nedir, iman nedir bilmediğini ifade eder bize:
“Böylece sana emrimizden bir ruh (gönüllere can veren bir söz) vahyettik. Sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi, doğru yola ilettiğimiz bir nur yaptık.”
(Şura Suresi 52).
“Kur’an’ı sana (indiren ve) gerekli kılan (Allah), elbette seni varılacak yere döndürecektir. De ki: ‘Rabbim kimin hidayet getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu bilir.’ Sen bu Kitab’ın sana indirileceğini ummuyordun; Rabbinden bir rahmet olarak geldi. O halde küfre sapanlara sakın destekçi olma.”
(Kasas Suresi 85-86).
“Hadislere dil uzatma” diyenlerin, önce güvenilir diye iman ettikleri hadis kitaplarında geçenleri uygulamaları ve savunmaları gerekmez mi? Kütüb-i Sitte olarak bilinen meşhur ve birçok kişi için kesin güvenilir gözü ile bakılan hadis kitaplarında geçen birçok hadisin en başta Kur’an ile sonra akıl ve insan tabiatı ile sonra da kendi aralarında çeliştiklerini görmek zor değildir. Peygamberimizin yaptığı ve yapılmasını emrettiği iddia edilen şeylerin tam tersini yaptığını ve emrettiğini aktaran hadisler vardır. Kur’an’ın ortaya koymuş olduğu ve bize örnek kıldığı Allah’ın Resulü’nü Kur’an’dan tanıyan birinin, rivayetlerde peygamberimize isnat edilen bazı şeyler ile ilgili “Bunu bu dünyada en son yapacak kişi peygamberimizdir” diyeceği hadisler vardır. Dolayısıyla insanlar Kur’an’ı gerektiği gibi bilmedikleri gibi hadis iddialarını da bilmiyorlar. Bilmedikleri için bu türden hadis rivayetlerini eleştiren ya da kabul etmeyenlerin peygamberimizi eleştirip kabul etmediklerini zannediyorlar. Kendilerine ya da babalarına isnat edilse karşı çıkıp kabul etmeyecekleri şeyleri, peygamberimize isnat edildiğinde hiç düşünmeden ve sorgulamadan kabul ediyorlar.
Siz “Güvenilir” Diye İman Ettiğiniz
Hadislerin Farkında Mısınız?
Özellikle Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Nesai ve İbn Mace gibi hadis derleyicilerinin sahih kabul edilen hadis kitaplarında, Kur’an’a uygun olan rivayetlerin yanında Kur’an ayetiyle doğrudan çelişen pek çok rivayetin de bulunduğunu görmek zor değildir. Esasen söz konusu hadisçiler tarafından derlenen hadis kitaplarında dinin tek kaynağının Kur’an olduğunun, yani din adına Kur’an’ın yeterli olduğunun ve Kur’an dışında hidayet kaynağı arayanın sapıtmış olduğunun vurgulandığı rivayetler de yer alır: “Benden Kur’an haricinde hiçbir şey yazmayınız. Kim benden bir şey yazdıysa onu imha etsin.”[1] “Ömer, Peygamber’den halkın doğru yoldan sapmamaları için kendisine bir şeyler söyleyip yazmasını istediğinde, Peygamber ‘Allah’ın Kitab’ı bize yeter’ dedi.”[2] “Kur’an’dan başka hidayet kaynağı arayan sapıtmıştır.”[3] “…Size, sıkıca sarıldığınız sürece asla sapıtmayacağınız bir şey bırakıyorum: Allah’ın Kitab’ı.”[4] Bir başka rivayette ise peygamberimizin söylemediği bir sözün ona isnat edilmesi en büyük iftira olarak ifade edilmiştir: “En büyük iftiralar, bir kimsenin babasından başkasına nesep iddiasında bulunması, görmediği rüyayı gördüğünü iddia etmesi ve Resulullah’ın söylemediği bir sözü ona isnat etmesidir (söylemediği bir şeyi ona söyletmesidir).”[5] Görüldüğü gibi Kur’an’a uygun olan bu türden hadis rivayetleri, din adına Kur’an dışında kaynaklara ihtiyaç duyanların önüne aşılması mümkün olmayan bir set çekmektedir. Buna rağmen Allah’ın bu konudaki apaçık ayetlerini yok sayanlar, güvenilir kabul ettikleri kaynaklarda geçen ve peygamberimizden geldiğini kabul ettikleri bu türden rivayetleri de yok saymaktadırlar.
Din adına Kur’an’ın yeterli olduğunu destekleyen hadis rivayetleri de peygamberimize ait olmayabilir. Aynı kaynaklarda hem Kur’an ayetleri ile hem de kendi aralarında çelişen ama aynı zamanda Kur’an ile uyumlu olan rivayetlerin de bulunduğu görülmektedir. Bu yüzden hem Allah’ın apaçık ayetlerine rağmen hadis rivayetlerini esas alanların hadis kaynaklarındaki Kur’an’ın yeterli olduğu türünden rivayetleri görmezden geldiklerinin gösterilmesi hem de kendi aralarındaki çelişkileri sebebiyle hadis rivayetlerinin dinin kaynağı olamayacağının ortaya konulması için bu rivayetler kullanılmıştır.
Hadis rivayetlerini dinin olmazsa olmaz bir kaynağı olarak kabul eden çevrelerin Kur’an ayetleri ile uyumlu ve kendi algıları ile çelişen birtakım rivayetleri görmezden gelmelerinin nedeni, sadece yaygın olarak yaşanan ve kendilerine öğretilen din anlayışını haklı çıkartacak hadis rivayetlerini esas almak istemeleridir. Bu sebeple esas aldıkları bu rivayetlerin aksini söyleyen rivayetleri dikkate almayarak kendileri ile çelişmektedirler. Örneğin bir hadis rivayetinde peygamberimizin şöyle söylediği iddia edilir: “Bana Kur’an ve bir o kadarı daha verildi. Yakında karnı tok, koltuğuna yaslanmış birisi, ‘Size Kur’an yeter; onda neyi helal bulursanız onu helal kabul ediniz. Onda neyi haram bulursanız, onu da haram biliniz’ diyecek. Şunu iyi bilin ki, Allah’ın Resulü’nün haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.”[6]
Bu türden rivayetlerin, din adına uydurmalar baş gösterdiğinde insanları Allah’ın Kitabı’na çağıran ve hükmün ancak Allah’ın vahyi ile verilebileceğini, peygamberimizin de gerçek yolunun bu olduğunu söyleyenleri susturmak ve bastırmak için uyduruldukları çok açıktır. Din adına Kur’an’ın yeterli olamayacağı türünden rivayetlerin ve “İleride şöyle diyenler çıkacak” türünden kehanetlerin, daha ilk günden insanların Kur’an’ın yanına başka din kaynakları konulmasından rahatsız olarak “Kur’an bize yeter” ya da “Kur’an dışında hüküm arayan sapıtmıştır” demeleri sebebiyle uydurulduğunu anlamak zor değildir. Kısacası minareyi çalanlar kılıfını da hazırlamışlardır. Bu konularda çıkan tartışmalarda bu türden rivayetleri delil olarak sunarak “Bakın zaten peygamberimiz sizin gibi sapkınlardan haber vermiştir” türünden savunmalar yapılması, bu gerçeğin fark edilememiş olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte peygamberimiz bu türden gelecek ile ilgili haberler veremezdi çünkü peygamberimiz gaybı bilmezdi:
“De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem…”
(En’am Suresi 50).
“De ki: Allah’ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiçbir şeye) malik değilim. Eğer gaybı bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttırırdım ve bana bir kötülük dokunmazdı.”
(A’raf Suresi 188).
Dolayısıyla geleneksel dini savunanlar, inanmak istedikleri dine uygun olan rivayetleri esas alarak kendi inandıkları ile çelişenleri göz ardı ediyorlar. Oysa bu durum Kur’an’ı dinin tek kaynağı gören kişiler için söz konusu değildir. Bir ayetin esas alınıp başka bir ayetin göz ardı edilmesi mümkün değildir. Böyle yapan kişiler aynı şekilde kendileri ile çelişir. Oysa geleneksel dini savunanların yöntemi ve kendi içindeki tutarsızlıkları tam da bu şekildedir.
Aynı kaynaklarda, söz konusu hadis rivayetlerinin tam aksini söyleyen ve bir anlamda Kur’an’ın din adına yeterliliğini destekleyen rivayetler, rivayetlerin kendi içlerindeki tutarsızlık ve çelişkilerine örnektir. Bir hadis rivayetinde peygamberimizin şöyle söylediği iddia edilir: “Allah’ın Kitabı’nda helal kıldığı helal, haram kıldığı haramdır. Hakkında sustuğu ise serbesttir. Allah’ın serbest bıraktıklarını kabul edin ve bilin ki Allah hiçbir şeyi unutucu değildir.”[7] Bir başka rivayette de sahipleri ile arasındaki borcun kaldırılması hususunda Hz. Aişe’den yardım talep eden bir kölenin durumu peygamberimize arz edildiğinde peygamberimizin Hz. Aişe’ye şöyle söylediği iddia edilmiştir: “(Resulullah) ‘Sen satın al, sonra da azad et. Vela (kölelik bağı) hakkı, azad edene aittir’ buyurdu. Bunu söyledikten sonra Resulullah ayağa kalkarak şu hitabede bulundu: İnsanlara ne oluyor ki, alışverişlerinde Kitabullah’ta (Kur’an’da) bulunmayan şartları koşuyorlar? Kitabullah’ta olmayan bir şart koşana bu helal olmaz. Böyle biri yüz şart da koşacak olsa Allah’ın şartı daha doğru, daha sağlamdır.”[8] Bu sözü peygamberimiz söylemişse de söylememişse de söz Kur’an’a uygundur. Gerçekten de dini bir konuda Allah’ın Kitabı’nda olmayan bir şartı ileri sürenin şartının kabul edilemeyeceği açıktır.
Peygamberimizin birbiri ile tam olarak çelişen iki farklı yaklaşımda bulunması söz konusu edilemeyeceğine göre ya bu sözleri peygamberimiz hiç söylememiştir ya da bunlardan biri kesin olarak yalandır. Hangisinin yalan olduğunu anlamak ya da şayet bu sözler peygamberimiz tarafından söylenmişse hangisini söylemiş olabileceğine dair bir karara varabilmek için Allah’ın Kitabı’na başvurmaktan başka çıkar yol olmadığı açıktır.
Söz konusu rivayetleri Allah’ın Kitabı’na sunduğunuzda ise “Allah’ın Resulü’nün haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir” şeklindeki rivayetin peygamberimiz üzerinden uydurulmuş büyük bir iftira olduğunu anlamak son derece kolaydır. Bu durum aynı zamanda güvenilir kabul edilen hadis kitaplarındaki çelişkileri net bir şekilde ortaya koymakta ve gerçekte hiç de güvenilir olmadıklarını açık bir şekilde göstermektedir. Bununla birlikte şayet uydurma olduğu son derece açık olan söz konusu bu rivayet doğru kabul edilecekse o zaman madem peygamberimize Kur’an ile birlikte bir o kadarı daha verilmişti ve madem peygamberimizin haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibiydi neden peygamberimiz kendisine Kur’an dışında verilenleri ve Allah’ın haram kıldığı gibi haram kıldığı şeyleri kayıt altına aldırmadı? Şayet iddia ettikleri şey doğruysa o zaman bu iddia sahipleri aynı zamanda peygamberimizin kendisine verilen risalet görevini hakkıyla yerine getirmediğini yani Allah’tan almış olduğu emaneti insanlara tam olarak iletmek ve onları kayıt altına aldırmak noktasında yetersiz kaldığını söylemektedirler.
Mahmud Ebû Reyye’nin, söz konusu iddia ile ilgili yaklaşımı son derece isabetlidir: “Bu babtaki sözlerimize son vermeden önce hadisleri vahiy gibi göstermek isteyenlerin naklettikleri bir hadise değinmek istiyoruz: “Dikkatinizi çekerim, bana Kitab ve onunla beraber benzeri verildi.” Başka bir rivayette: “… bana Kur’an ve onunla beraber bir benzeri verildi.” Rivayet meselesinin ürettiği hadislerin en garibi bu olsa gerek! Zira eğer Resul’e Kitab/Kur’an ile birlikte bir benzeri verilmişse bu; Din’in tamamlanması için Kur’an’ın bir tamamlayıcısı olmuş demektir. Peki, durum böyleyse Resul Kur’an’a gösterdiği özeni bu “benzer/hadis”e acaba neden göstermemiştir? Niçin Kur’an gibi onu da inişi anında kaydedecek kâtipler tutmamıştır? Resul neden hadisi ihmal ederek onun yazımını yasaklama yoluna gitmiştir? Neden “Benden Kur’an dışında bir şey yazmayın! Kim benden Kur’an dışında bir şey yazmışsa onu yok etsin” demiştir? … Resul ölüm döşeğinde iken kendisine indirilen: “Bugün sizin Dininizi tamamladım, nimetimi bütünledim ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim” (Maide Suresi 3) ayeti dile getirilirken üstteki hadis acaba neredeydi? Resul o gün yanındakilere şunları buyurmuştu: “Allah’a yemin ederim ki, aleyhime söyleyebileceğiniz hiçbir şey kalmadı. Kur’an’ın helal kıldığı hiçbir şeyi de haram kılmadım. Onun haram kıldığı hiçbir şeyi de helal kılmadım.” Sonra Ebu Bekir halka hitaben: “Allah’ın Kitabı aramızda; onun helalini helal kılın, haramını haram kılın!” derken bu hadis neredeydi? Ömer Resul’den, halkın doğru yoldan sapmamaları için kendisine bir şeyler söyleyip yazmasını istediğinde; Allah’ın Resulü: “Allah’ın Kitabı bize yeter!” derken bu hadis neredeydi?”[9]
Kur’an’a birebir uygun olan diğer hadis rivayeti de peygamberimiz tarafından söylenmemiş olabilir. Din adına Kur’an’ın yanına kaynaklar ilave edenler ortaya çıkınca belki de din adına Kur’an’ın yeterli olduğunu peygamberimiz üzerinden de ispat etmek için bu türden sözler iyi niyetli inananlar tarafından peygamberimize isnat edilmiş olabilir. Yine de niyeti ne olursa olsun birinin söylemediği bir şeyi o söylemiş gibi göstermek doğru değildir. Üstelik söz konusu kişi Allah’ın resulü ise bu hiçbir şekilde kabul edilemez. Öte taraftan kesin olan bir gerçek vardır ki bu da söz konusu hadis rivayetinin ifade ettiği şeyin zaten Kur’an’da ayet olarak yer alıyor olmasıdır. Dolayısıyla “Allah’ın Kitabı’nda helal kıldığı helal, haram kıldığı haramdır. Hakkında sustuğu ise serbesttir…” şeklindeki hadis rivayeti peygamberimiz tarafından söylenmiş olsa da olmasa da Kur’an’a uygunluğu sebebiyle peygamberimiz tarafından söylenmesi muhtemel olan bir sözdür. Rabbimiz Kur’an’da açıklandıkça hoşunuza gitmeyecek ya da bize ilave yükümlülükler getirecek şeyleri sormamamızı, onların affedildiğini söylüyor:
“Ey iman sahipleri! Size açıklandığında canınızı sıkacak şeylerle ilgili soru sormayın. Kur’an indirilmekteyken onları sorarsanız size açıklanır. Allah onları affetmiştir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok yumuşak davranandır.”
(Maide Suresi 101).
Yine bir hadis rivayetinde de benzer bir duruma dikkat çekiliyor: “Mescide uğramıştım, gördüm ki halk, zikri terk edip boş ve yararsız konulara dalmış, konuşuyor. Hz. Ali’ye çıkıp durumdan haberdar ettim. Bana: ‘Doğru mu söylüyorsun, öyle mi yapıyorlar?’ dedi, Ben: ‘Ben Resulullah’ın şöyle söylediğini işittim: ‘Haberiniz olsun bir fitne çıkacak!’ Ben hemen sordum: “Bundan kurtuluş yolu nedir Ey Allah’ın Resulü?” Buyurdu ki: “Allah’ın Kitabı (na uymak)dır. O’nda sizden önceki (milletlerin ahvaliyle ilgili) haber, sizden sonra (kıyamete kadar) gelecek fitneler ve kıyamet ahvali ile ilgili haberler mevcut. Ayrıca sizin aranızda (iman-küfür, itaat-isyan, haram-helal türünden) cereyan edecek ahvalin de hükmü var. O, hak ile batılı ayırt eden ölçüdür. O’nda her şey ciddidir, gayesiz bir kelam yoktur. Kim akılsızlık edip O’na inanmaz ve O’nun ile amel etmezse Allah onu helak eder. Kim O’nun dışında hidayet ararsa Allah onu saptırır. O Allah’ın sağlam ipidir. O, hikmetli olan zikirdir, O dosdoğru yoldur… Âlimler ona doyamazlar. Onun çokça tekrarı usanç vermez, tadım eksiltmez. İnsanı hayretlere düşüren mümtaz yönleri son bulmaz, tükenmez… Kim ondan haber getirirse doğru söyler. Kim onunla amel ederse ücrete mazhar olur. Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder. Kim ona çağrılırsa doğru yola çağrılmış olur…”[10]
Görüldüğü gibi söz konusu bu hadis rivayeti de yukarıda örneği verilen “Bana Kur’an ve bir o kadarı daha verildi” şeklindeki hadis metni ile çelişmekte ve birçok Kur’an ayeti ile örtüşmektedir. Hz. Ali’den rivayet edildiği kabul edilen bu sözlerin peygamberimizin ağzından çıkmış olması muhtemeldir. Kur’an’ı yeterli görmek istemeyenler haliyle aynı kaynaklarda geçen bu hadisleri dikkate almaz ve kendileri ile çelişirler. Bu hadis rivayetleri, Kur’an’ın yeterli olduğuna delil olarak değil, hadislerin kendi içindeki tutarsızlıklarını göstermek için verilmektedir. Kur’an’ın yeterli olduğunun delili bizzat Kur’an’ın kendisidir. Bu yüzden bunu destekleyecek bir hadise ihtiyaç yoktur.
Yine başka bir hadis rivayeti de şu şekilde gelmektedir: “Resulullah muhtazar (ölmeye yakın) iken evde bir kısım erkekler vardı. Bunlardan biri de Ömer İbnu’l-Hattab idi. Resulullah: ‘Gelin, size bir şey (vasiyet) yazayım da bundan sonra dalalete düşmeyin!’ buyurdular. Hz. Ömer: ‘Resulullah’a ızdırap galebe çalmış olmalı. Yanınızda Kur’an var, Allah’ın Kitabı sizlere yeterlidir’ dedi…”.[11] Şayet bu şekilde bir olay gerçekleşmişse Hz. Ömer’in ortaya koymuş olduğu net tavrın sebebi, peygamberimizin bu konudaki net tavrını bilmesidir.
İddia edilen bir sözün peygamberimize ait olup olmadığı konusunda doğrudan Kur’an’a başvurmak suretiyle gereken hassasiyet ve titizlik gösterilmediği için gerçek ile yalanın birbirine karıştığı rivayetler toptan bir şekilde kabul edilerek söz konusu hadis kitaplarına girmiş ve bu sayede birçok uydurma, peygamberimiz üzerinden dinselleştirilmiştir. Peygamberimize isnat edilen rivayetler ile ilgili tek geçerli hakem Kur’an olması gerekirken, söz konusu hadisleri toplayan kişiler yaptıkları elemeleri hadis metninin Kur’an’a uygunluğu üzerinden değil, rivayet ettiği kabul edilen kişi zincirlerinin güvenilirliği üzerinden gerçekleştirmişlerdir. Kimi zaman bir rivayetin doğrudan Kur’an ayetleri ile çelişiyor olması, bazen bir konu ile ilgili farklı rivayetlerin varlığı ya da bir başkasının “Ben şunu da söylediğini işitmiştim” ya da “Şunu işitmedim” diyerek mevcut rivayete ekleme-çıkarma yapması da söz konusu rivayetlerin açık ve net olmadıklarının ya da aktarılırken değişime uğradıklarının delilidir.
Söz konusu rivayetler toplanırken yalnız Kur’an’ın ölçü alınması hassasiyeti gerektiği gibi gösterilmediği için bazı hadisçilerin de dikkat çektiği gibi en sahih kabul edilen hadis kitaplarındaki hadisler de dâhil olmak üzere tam anlamıyla güvenilir kabul edilebilecek hadis, yok denecek kadar azdır. Hadislerin kendi içlerindeki güvenilirlik derecelerine göre yapılan tasniflere göre en güvenilir kabul edilebilecek bir hadis için bile en fazla denilebilecek olan şey peygamberimize ait olma ihtimali olduğudur. Hiçbir hadis için bu kesin peygamberimize aittir denilemez. Bazı hadisçilerin de ifade ettikleri gibi bir hadisin sahih olduğunun söylenmesi, Hz. Peygambere ait olma ihtimalinin, ait olmama ihtimalinden fazla olduğunu vurgulamak içindir. Bunun dışında kesin olarak peygamberimize ait olduğunun söylenmesi söz konusu değildir.
Peygamberimizin dilinden tebliğ edildiği kesin olan tek hadis vardır, o da ilahi kelam olan Kur’an’dır. Kur’an dışındaki tüm rivayetler zan ihtiva ederler. Güvenilir kabul edilen hadis kitaplarındaki kimi rivayet ve ifadeler, bir kez olsun Kur’an’ı anlayarak ve ayetleri üzerine düşünerek okumuş biri tarafından bile uydurma oldukları kolayca anlaşılabilecek türdendir. Dolayısıyla din adına uydurulan şeyleri fark edebilmek için akıl ve vicdan sahibi olmak ve Kur’an’ı doğru bir şekilde anlayarak okumak yeterlidir.
Ebu Hanife’nin Hadis Rivayetlerine Yaklaşımı
Bu noktada İmamı Azam Ebu Hanife’nin (ö. 767) hadislere yaklaşımına dikkat çekmek gerekir. Ebu Hanife’nin, el-Alim ve’l-Muteallim isimli eserinde talebesi ile arasında yaşanan bir diyalog son derece önemli ve dikkat çekicidir. Talebe hocasına sonradan Kütüb-i Sitte hadisleri arasına da girecek olan bir rivayet ile ilgili görüşünü sormaktadır:
Talebe: ‘Zina eden bir Müminin imanı elbisenin sıyrılması gibi başından çıkar. Sonra tövbe ederse imanı ona iade edilir’ şeklindeki rivayet için ne dersin?
Ebu Hanife: “Ben buna inanmam. Benim bu sözlere inanmamam ve bu sözleri reddetmem, Nebi’yi tekzip etmek (yalanlamak) değildir. Nebi’yi tekzip etmek ancak ‘Ben Nebi’nin sözüne inanmıyorum’ demekle olur. Eğer bir kimse: “Ben Nebi’nin her söylediğine inanıyorum, ancak Nebi haksız yere konuşmaz ve Kur’an’a muhalefet etmez’ derse bu, onun Nebi’yi tasdik ettiğini ve Nebi’yi Kur’an’a muhalefetten tenzih ettiğini gösterir. Şayet Nebi Kur’an’a muhalefet etse ve yüce Allah’a karşı haktan başka bir şey söyleseydi, yüce Allah: “Eğer Muhammed, bize karşı ona (Kur’an’a) bazı sözler katmış olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra da onun şah damarını koparırdık, hiçbiriniz de onu koruyamazdınız!” (Hakka Suresi 44-47) kavline uygun olarak, onu kuvvetle yakalar ve şah damarını koparırdı.
Allah’ın Nebisi, Allah’ın Kitabı’na muhalefet etmez. Allah’ın Kitabı’na muhalefet eden kimse de Allah’ın Nebisi olamaz! Rivayet edilen bu haber Kur’an’a muhaliftir. Çünkü Allah Teala Kur’an’da “Zina eden kadın ve zina eden erkek…” demiş ama zani ve zaniyeden iman vasfını nefyetmemiştir. Keza “Sizden fuhuş yapanların her ikisini de…” ayetindeki ‘sizden’ ifadesi ile Yahudileri veya Hıristiyanları değil Müslümanları kastetmiştir. O halde Kur’an’a aykırı Nebi’den hadis nakleden herhangi birini reddetmek Nebi’yi reddetmek veya Nebi’yi tekzip etmek değildir. Bilakis Nebi adına batıl bir şey rivayet eden kimseyi reddetmek demektir. İtham Nebi’ye değil, sözü nakleden kimseye yöneliktir.
Bu nedenle Nebi’nin söylediği her şey, işitelim veya işitmeyelim başımızın gözümüzün üstündedir. Biz onların hepsine iman ettik. Onların Allah’ın Nebisinin söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz. Ve yine şehadet ederiz ki, O, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmemiş, Allah’ın kullarına ulaştırılmasını emrettiği bir şeye de mani olmamıştır. O, hiçbir şeyi Allah’ın tavsif ettiğinden (belirttiğinden) başka bir şekilde tavsif etmez. Yine şehadet ederiz ki, O, bütün işlerinde Allah’ın emrine muvaffak etmiş, hiçbir bid’at ortaya koymamıştır. Allah’ın söylemediği hiçbir şeyi de Allah’a isnat etmemiştir. İşte bu yüzden Allah Teala: “Kim Resul’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur!” buyurmuştur.”[12]
Görüldüğü gibi Ebu Hanife’nin rivayetler konusundaki ölçüsü ve tavrı son derece nettir ve bugün kendilerini “Hanefiler” olarak niteleyenlerden oldukça farklıdır. Üstelik diyaloğa konu olan rivayet dikkate alındığında söz konusu bu rivayetin Ebu Hanife tarafından reddedilmesinin sebebi, rivayetin Kur’an’a aykırı olması değil, Kur’an’da hiç yer almayan bir şeyi iddia ediyor olması yani Kur’an’a ilave yapıyor olmasıdır. Dolayısıyla daha önce de dikkat çekildiği gibi bazı rivayetler doğrudan bir Kur’an ayeti ile çelişmese de dine ilave getiren ya da başka bir ifadeyle dinde olmayan bir şeyi varmış gibi sunan her iddia, Kur’an ile çelişiyor demektir.
Hadislere karşı son derece net bir tavra sahip olan Ebu Hanife’nin en meşhur hadisçiler tarafından ağır ithamlar ile eleştirildiği ve hakkında birçok reddiyeler yazıldığı görülmektedir. Buhari’nin (ö. 869) Ebu Hanife’yi güvenilmezlik ve yalancılık ile suçladığı ve küfre girdiğini iddia ettiği, İmam Malik’in (ö. 795) ise Ebu Hanife’yi ümmetin en şerlisi olarak tanımladığı bilinmektedir. Yine örneğin Ahmet b. Hanbel (ö. 855), Ebu Hanife ve öğrencileri için şu şekilde sözler sarf etmiştir: “Onlar (Ebu Hanife ve takipçileri) bidatçi ve sapıktırlar, sünnete ve esere (hadise) düşmandırlar, hadisleri iptal edip Resulullah’a karşı çıkarlar. Ebu Hanife ve onun gibi düşünenleri imam ve onların dinini din edinirler. Onlar, Resulullah’ın hadislerini, ashabının yolunu terk edip Ebu Hanife ve taraftarlarının yoluna tabi olmuşlardır.”
Ebu Hanife’nin maruz kaldığı bu iftira ve iddialar, günümüzde din adına Kur’an’ın tek kaynak olduğunu ve peygamberimizin de yolunun bu olduğunu söyleyen kişilerin maruz bırakıldıkları iddia ve iftiralar ile aynıdır. Garip olan ise İslam âleminin en büyük mezhebi Hanefilik olmasına rağmen bu mezhebi takip edenlerin kabul ve uygulamalarının Ebu Hanife’ye değil onu eleştiren ehli hadise benzer olmasıdır. Kur’an’dan sonra en güvenilir olduğu kabul edilen hadis derlemesinin sahibi Buhari’nin, en büyük mezhep olan Hanefiliğin kurucusu olduğu iddia edilen Ebu Hanife’yi güvenilmez ve yalancı olarak itham etmesi ise geleneksel din algısının içler acısı halini, kendi içindeki tutarsızlığını ve Kur’an dışı kaynakların güvenilmezliğini ortaya koymaktadır.
Din, tarih ve tıp bilgini olan İbnu’l Cevzî’nin (ö. 1201) peygamberimize isnat edilmek suretiyle gelen rivayetlerin dinin esası, akıl ve mantık ölçülerine uygunsuzluğu karşısındaki tavrı son derece nettir: “Biz muhaddislerin usulü gereğince, onlar tarafından uydurulduğu belli olsun diye ravilerini cerhe tabi tuttuk. Yoksa bu tür hadislerin ravilerini araştırmaya bile gerek yoktur; çünkü aklen ve mantıken muhal olan bir şeyi sika (güvenilir) raviler bile rivayet etse yine de reddedilir ve onların hata ettikleri kabul edilir. Nitekim bir grup sika (güvenilir) ravi bir araya gelerek, devenin iğne deliğinden geçtiğini söyleseler, muhal olan bir şeyi rivayet ettikleri için, güvenilir olmaları hiçbir şey ifade etmez ve onların rivayetlerini kabul etmeyi gerektirmez. O halde, akıl ve mantık ölçülerine uymayan veya dinin temel esaslarına aykırı bir hadis görürsen, bil ki, o uydurmadır, onu araştırmak için ayrıca zaman harcama.”
Hadislerin birileri tarafından inkâr edilmelerine gerek yoktur. Zaten birçok hadis hem Kur’an ile hem de kendi arasında çelişerek kendi kendilerini inkâr etmektedirler. Hadisleri savunanlar, hadisleri bilmiyorlar. Bilenler ise işin içinden çıkamadıkları ya da işlerine gelmediği için gerçeğin üzerini örtüyorlar.
Buhari Elden Giderse Din De Elden Gider Mi?
Kimi kişi ve çevrelerin maksadını son derece aşan bir şekilde Buhari elden giderse dinin elden gideceğini, Buhari ve Müslim çökerse İslam’ın çökeceğini söyledikleri görülmektedir. Belli ki bu kişiler söyledikleri şeyin ne anlama geldiğini bilmeden Allah’ın dinini, muhtemelen kendi içinde iyi niyetle, ortalıkta gezen yüz binlerce hadis arasından derleme yapan hadis derleyicilerine mahkûm ederler. Hem Buhari’yi, hem de kendi kriterlerine göre yapmış olduğu seçimler sonucunda derlemiş olduğu çalışmayı kutsamak, Kur’an’ın yanına (kimi zaman da önüne geçirerek) ve dinin merkezine koyarak onsuz Kur’an’ın anlaşılmayacağını ya da dinin eksik kalacağını iddia etmek, Allah’a iftira etmektir. Bu iddia aynı zamanda Allah’ın indirdiği ve resulünün tebliğ ettiği dini, Buhari’nin insafına bırakmak ve yine şayet Buhari diye biri çıkıp mevcut hadis rivayetlerini derlemeseydi, ortada Allah’ın dini diye bir şeyin kalmamış olacağını söylemektir. Bunun son derece yakışıksız bir iddia, Allah’a ve ayetlerine yönelik çok çirkin bir iftira olduğunu görmek zor olmasa gerek.
Özellikle Buhari’nin hadis derlemesinin Kur’an ayetlerinin anlaşılması için olmazsa olmaz bir kaynak olduğu savunuluyor. Hatta içerisinde birçok Kur’an ayeti ile doğrudan çelişen hadis rivayetleri bulunmasına rağmen Kur’an’dan sonra en güvenilir ve en sahih kitap olduğu kabul ediliyor. Oysa Buhari’nin hadis derlemesi içinde Kur’an’daki kimi sureler ve birçok ayet ile ilgili herhangi bir açıklama olmadığı görülmektedir. Bu da iddia edildiğinin aksine Buhari’nin de Kur’an’ı anlamada yeterli olmadığını ortaya koymaktadır. Yine bilindiği gibi Buhari tarafından hazırlanan el-Camiu’s-Sahih’in, Buhari (810-870) tarafından düzenlenen müellif nüshası günümüze ulaşmamıştır. Günümüzdeki mevcut Sahih-i Buhari nüshaları, Buhari’den yüzlerce yıl sonraki Ali b. Muhammed el-Yunini (ö.1301) tarafından Buhari’nin meşhur talebelerinden el-Firebri’nin nüshasından hareketle hazırlanan nüshaya dayanmaktadır. Bununla birlikte bazı nüshalar arasında farklar olduğu da bilinmektedir. Yunini’nin, Firebri’den gelen Buhari nüshaları arasındaki farkların giderilmesine çalıştığı da bilinmektedir.
Esasen “Buhari elden giderse din elden gider” diyenler, kendi içinde haklı bir gerçeği itiraf ederler. Buhari elden giderse elden gidecek olan, din adına uydurulanlardır. Allah’ın dini, Buhari’ye de bir başkasına da mahkûm değildir. Vahyedildiği gibi dimdik ayaktadır. Buhari, kendi ifadesiyle altı yüz bin hadis arasından seçtiği, tekrarlar çıktığında dört bin civarı hadisin şüphesiz bir şekilde peygamberimize ait olduğuna dair Allah’tan bir onay mı almıştır? Buhari’nin böyle bir iddiası var mıdır? Maalesef bazı kişi ve çevreler, Buhari’nin derlemiş olduğu kitaba iman etmeyi, Kur’an’a iman etmekle bir tutuyorlar.
Yine kimi insanlar aşırıya giderek Buhari’nin ve ortaya koymuş olduğu hadis kitabının güvenilir olduğunu ve hiç tereddütsüz bunlara da iman edilmesi gerektiğini söylüyor ve bu durumu çok büyük bir iman göstergesi olarak sunuyorlar. Oysa şayet bir Müslüman bu kadar kesin ve net bir iman iddiasında bulunacaksa ona yakışan, böyle bir cümle kurarken o cümledeki Buhari’nin yerinde Allah’ın, Buhari’nin derlemiş olduğu hadis kitabının yerinde de Kur’an’ın olmasıdır.
Buhari’nin el-Camiu’s-Sahih’inin İslam dünyası içindeki yeri ve görmüş olduğu ilgi üzerine anlatılan şeyler ise içindeki bunca uydurma rivayet sebebiyle insanı hayrete düşürmektedir. Muhtemelen Kur’an’ın yanına konulmasının sebebi Buhari’nin eserinin kutsallaştırılmasıdır: “İslâm dünyasında Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en büyük ilgiyi Buhari’nin el-Camiu’s-Sahih’i görmüştür. Hadislerinin titizlikle seçilmesi, mükemmel bir tertibe sahip olması, muhtevasının zenginliği ona bu itibarı kazandırmıştır. el-Camiu’s-Sahih sevap kazanmak maksadıyla olduğu gibi maddî ve manevi sıkıntılardan, hastalık ve belâlardan kurtulmak ve her türlü murada nail olmak arzusuyla da okunmuştur. Kirmânî (ö. 786/1384), kendi devrinde İslâm ülkelerinden birinde sultanın rahatsızlandığını ve şifa bulma ümidiyle Sahih-i Buhari okunmasını arzu ettiğini haber vermektedir. Sahih-i Buhari’nin sıkıntılı günlerde okunduğu takdirde insanları huzura kavuşturduğunu, deniz seyahatine çıkarken birlikte götürülmesi halinde geminin batmadığını söyleyen İbn Ebû Cemre (ö. 699/1300), bütün bu meziyetleri duası makbul bir kişi olan Buhari’nin okuyucularına dua etmesiyle açıklamaktadır. 1281 yılında Tatarlar Suriye’ye girdiği zaman Melik Mansûr Kalavun, onlara karşı koymak üzere yola çıkmadan önce Sahih-i Buhari okunmasını emretmiş, âlimler de hatim günü cumaya gelecek şekilde eseri muhtelif celseler halinde okumuşlardır… O devirlerde Mağrib’de düşmana karşı zafer kazanıldığı zaman yapılan merasimlerde Kur’an-ı Kerîm ile birlikte Sahih-i Buhari hatimleri yapıldığı, hatta yemin merasimlerinde Kur’an-ı Kerîm üzerine olduğu kadar Sahihayn (Buhari ve Müslim’in kitapları) üzerine de yemin edildiği bilinmektedir.”[13]
Allah’ın vahyi, Allah’ın evrende yaratmış olduğu ayetleri ile tam anlamıyla uyum içerisindedir. Allah’ın indirdiği ayetler ile evrende yarattığı ayetler çelişmez. Dolayısıyla Allah’ın Kitabı’ndaki ifadeler, evrendeki ayetler ile de, akıl ve fıtrat ile de çelişmez. Ancak en güvenilir kabul edilen hadis kitaplarında, hem evren ayetleri ile hem de akıl ve fıtrat ile çelişen binlerce uydurma hadisi gördüğünüzde aynı durumun hadis kitapları için geçerli olmadığını anlarsınız. Kur’an bu konuda net bir şekilde uyarır:
“Kur’an’ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkasının katından olsaydı elbette içinde birçok çelişki bulacaklardı.”
(Nisa Suresi 82).
Demek ki Allah katından olmayan hadis kitaplarının içindeki çelişkilere şaşırmamak gerekir.
Bir düşünelim. Neden sürekli olarak ‘seçme hadisler’ kullanılıp kaynak olarak gösteriliyor? Neden örneğin cami girişlerine ya da dini yayınlara, kadınlara yönelik aşağılayıcı ifadelerin yer aldığı hadisler yazılmıyor? Yoksa bu türden hadislerden utanılıyor mu? Oysa bu hadisler de sıklıkla kullanılan diğer hadislerle aynı kaynaklarda geçiyorlar. Neden Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görevli olan yetki sahibi kişiler çıkıp da “Sahih kabul edilen kaynaklarda birçok uydurma var” diyemiyor? Yoksa sakınılıp korkulması gerekenin Allah olduğu unutularak, halkın tepkisinden mi korkuluyor? Birkaç yıl önce hadis ayıklama projesine girişildi ama gelen tepkiler sebebiyle anında askıya alındı bu proje. Peki, tüm bunların hesabını sorduğunda ne söyleyeceğiz Allah’a? “Allah’ım ben senin indirmiş olduğun halis dine bulaştırılan lekeleri temizlemeye cesaret edemedim. İnsanlardan korktum” mu diyeceğiz? Üstelik Rabbimizin bunca uyarısına rağmen:
“…Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar gerçeği örtenlerdir.”
(Maide Suresi 44),
“O inananlar ki, insanlar kendilerine, “Halk size karşı bir araya gelmiş, korkun onlardan!” dediklerinde, bu onların imanını artırdı da şöyle söylediler: “Allah bize yeter. Ne güzel koruyucudur O!”
(Ali İmran Suresi 173),
“…Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten inanan insanlar iseniz, kendisinden korkmanıza en lâyık olan Allah’tır.”
(Tövbe Suresi 13).
Meşhur Altı Hadis Kitabının (Kütüb-i Sitte)
İçerikleri ve Hadis Sayıları
Daha önce de dikkat çekildiği gibi Kütüb-i Sitte hadisleri (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai ve İbn Mace) ve bunlardan özellikle Buhari ve Müslim tarafından toplanan hadisler, geleneksel yorumda Kur’an’dan sonra en güvenilir kaynaklar olarak kabul edilmektedirler. Bu hadislerin toplanış yöntemlerindeki sıkıntıların yanında kendi ifadeleri ile kitaplarına aldıkları hadisleri yüz binlerce hadis arasından ayıklamaları da ayrı bir problemi ortaya çıkarmaktadır. Örneğin Müslim’e göre sahih olan bazı hadisler Buhari’ye göre sahih kabul edilmemiştir. Oysa bu iki kitap, en sahih iki hadis kitabı (Sahihayn) olarak isimlendirilmişlerdir. En sahih kabul edilen iki kitap dahi birbirlerine benzer birçok hadis ihtiva etmelerine rağmen yine de kendi aralarında uyum gösterememektedirler.
Yine bununla birlikte Buhari’nin eserinin hacmini büyütmemek düşüncesiyle sahih hadislerin tamamını kitabına almadığı ifade edilmektedir. Bu da ayrı bir garipliktir. Çünkü buna göre Kur’an’dan sonra en güvenilir olduğu iddia edilen Buhari’nin eseri, sahih hadisleri içerme konusunda eksiktir. Yine Müslim de eserinde sahih rivayetlerin hepsini derlemek gibi bir çaba içine girmemiş ve eserinde yer almayan rivayetleri zayıf kabul etmediğini özellikle belirtmiştir.[14]
Buhari’nin ‘El-Câmiu’s Sahih’ isimli kitabında tekrarsız rivayetlerin sayısı dört bin civarıdır. Buhari kendi ifadesiyle bu hadisleri altı yüz bin hadis arasından seçmiştir. Müslim’in ‘El-Câmiu’s Sahih’ isimli kitabında aynı şekilde tekrarlar hariç dört bin civarı hadis vardır ve Müslim kendi ifadesi ile bu hadisleri üç yüz bin hadis içinden ayıklayarak seçmiştir. Ebu Davud’un ‘El-Sünen’ isimli kitabında dört bin sekiz yüz hadis vardır ve Ebu Davud bu hadisleri beş yüz bin hadis içinden seçtiğini söylemiştir. Tirmizi’nin ‘El-Sünen’ isimli kitabında ise yine dört bin civarı hadis bulunmaktadır. Nesai’nin ‘El-Müctebâ’ isimli kitabında seçilmiş beş bin yedi yüz civarı hadis bulunmaktadır. Tirmizi’nin eserine aldığı Kur’an’a uygun olmayan bunca rivayete rağmen eserini “Kimin evinde bu kitap bulunursa onun evinde konuşmakta olan peygamber var demektir” sözü ile ilim âlemine takdim etmekten çekinmediği görülmektedir.[15] İbn Mace’de ise dört bin üç yüz civarı hadis rivayeti yer almaktadır. İbn Mace’nin es-Sünen’indeki üç bin civarı hadis, Kütüb-i Sitte müelliflerinin tamamı ya da bir kısmı tarafından eserlerine alınmıştır. Buna rağmen İbn Mace’de, diğer beş kitapta yer almayan bin üç yüz kırk kadar hadis bulunduğu bilinmektedir.
Görüldüğü gibi söz konusu hadis kitapları, ortalıkta gezen ve sayıları milyonu geçen hadis rivayetleri arasından yapılan ve yöntemi zannedildiği gibi sağlıklı olmayan seçimler ile yazılmışlardır. Seçtikleri hadisleri birbirinin benzeri olan ya da belirlemiş oldukları yönteme uygun bulmadıkları için dikkate almadıkları yüz binlerce hadis arasından seçmişlerdir. Birinin güvenilir bularak kaydettiğini, bir başkası dikkate almamıştır. Yani binlerce hadis rivayeti hadisçiler tarafından inkâr edilmiştir. Kütüb-i Sitte yazarlarını hadis rivayeti inkâr etmekte ya da onları ayıklamakta hak sahibi görenler onları dokunulmaz kılmakta ve eserlerine almış oldukları hadis rivayetlerinin eleştirilip inkâr edilmesine karşı çıkmaktadırlar. Üstelik bu eserlerdeki hadisleri inkâr etmeyi peygamberimizi inkâr etmek olarak sunmaktadırlar. Oysa örneğin Buhari’deki hem Kur’an ayetleri ile hem de kendi aralarında çelişkili olan hadisleri inkâr etmek peygamberimizi değil, Buhari’ye bu rivayetleri nakleden kişileri inkâr etmek ve Buhari’nin hatalarını ifade etmektir.
Hiçbir hadis kitabı yazarı hatasız ve kusursuz değildir. Bunları peygamberimizden işitmiş de değildir. Hadis rivayetlerinin toplandıkları dönemin peygamberimizden yaklaşık iki-üç yüz yıl sonra olması, söz konusu metinleri daha da problemli hale getirmektedir. Belki bu çalışmalar, kendi dönemlerinde ortaya çıkan kargaşalar sebebiyle iyi niyetle yapılmış olabilir. Yine siyasi baskılar sebebiyle de birçok hadis rivayet ettirilip kayda geçirtilmiş olabilir. Ancak söz konusu rivayetler toplanırken Kur’an’a uygunluğu ve metin içeriğinden çok, rivayetin geliş zincirine dikkat edildiği için hem Kur’an ile hem de kendi aralarında çelişen birçok rivayet söz konusu kitaplara girmiş ve bu kitaplar geleneksel anlayış açısından dinin olmazsa olmaz temel kaynağı haline gelmiştir. Hadislere verilen önem Kur’an’ın önüne geçmiş, hadisler olmadan Kur’an’ın eksik ve yetersiz kalacağına inanılmış ve bu anlayışın acı bir sonucu olarak Kur’an, hadislerin gölgesinde bırakılarak hadislerin açıklamalarına mahkûm zannedilmiştir. Oysa hadis rivayetleri kendi kendilerini açıklamaktan acizdir. Kur’an ise ilahi bir bildirim olması sebebiyle kendisinden başka açıklamaya ihtiyaç duymayacak şekilde Allah tarafından açıklanmıştır.
Hadis Rivayeti ve Rivayet Şampiyonu Ebu Hureyre
Peygamberimizden sonra kendisine isnat edilen birçok iddianın, kısa zaman içinde Müslümanlar arasında çıkan ayrılık ve tartışmalardan kaynaklandığı görülmektedir. Örneğin siyasi sebeplere dayalı olarak birçok rivayet uydurulmuştur. Muhammed Abduh’un, ‘Tevhid Risalesi’ isimli kitabındaki konu ile ilgili sözleri dikkat çekicidir: “Bundan sonra olaylar peş peşe gelmiştir ve Ali’ye biat edenlerin bir bölümü yaptıkları biat akdini bozmuşlardır. Müslümanlar arasında vuku bulan kanlı savaşlardan sonra sulta, Emevilerin eline geçmiştir. Ancak cemaat yapısı zedelenmiş, Müslümanlar arasındaki birlik kulpları kopmuş ve hilafet hususunda fırkalara ayrılarak, her grup kendi görüşünü teyit edecek nakiller aramaya yönelmiştir. Herkes gerek söz ve gerekse fiille kendi görüşünü muhalifinkinden üstün kılmaya çalışıyordu. Rivayette icat ve uydurma başlamış, tevilcilik yayılmıştır. Her grup aşırılaşıyor, halk fırka fırka bölünüyordu.”
Dine sokulan ilavelerin ve hadislerin uydurulmalarının birçok sebebi olduğu görülmektedir. Muhtemelen dini bozmak ve özünden uzaklaştırmak için özellikle münafıklık edenler tarafından kasıtlı olarak yapılan uydurmalar en başta gelmektedir. Siyasi ayrılıklardan kaynaklanan uydurmalar da oldukça önemli etkenlerden biridir. Allah’ın serbest bırakmış olduğu konularda dini anlamda eksiklik olduğu inanç ve düşüncesi ile kendince dini kurtarmaya çalışanlar tarafından da birçok şeyin uydurulmuş olduğu görülmektedir. Öte taraftan mezheplerini ve görüşlerini doğru çıkarmak için uyduranlar, mevcut yönetimlerin baskı ve zorlamaları altında uyduranlar, maddi ya da manevi çıkar sağlamak için uyduranlar, gelenek ve görenekleri dinselleştirmek için uyduranlar ve önceki dinlerdeki uydurmaları dinimize taşıyanların uydurmaları ve yine bununla birlikte dini sevdirmek ve teşvik etmek için yapılan uydurmalar, hadis rivayetlerinin ortaya çıkmalarının temel sebeplerindendir.
Görüldüğü gibi hadislerin ortaya çıktığı ve yaygınlık kazandığı söz konusu dönemler birçok açıdan güvensiz bir döneme denk gelmektedir. Daha peygamberimiz hayattayken bile onun üzerinden birtakım söz ve hükümlerin uydurulduğu görülmekteyken, peygamberimizden sonra bu durumun ne boyutlara geleceğini anlamak güç değildir. Gerek peygamberimiz hayattayken gerekse vefatından sonra birçok samimi inanan bu uydurmalar ile baş etmeye çalışmış ve uydurmalara karşı vahiy ile mücadele etmişlerdir. Ancak zamanla iktidar hırsına sahip kişilerin hışmına uğramışlar ve özellikle Emevilerin iktidara geldiği dönemde hadisler daha fazla rivayet edilmeye başlanmıştır. Bilindiği gibi peygamberimize en fazla hadis atfeden kişi Ebu Hureyre’dir. Buradaki asıl sorun, beş binin üzerinde hadis rivayet ederek en fazla hadis rivayet eden kişi olmasına rağmen Ebu Hureyre’nin peygamberimizin yanında sadece bir yıl dokuz ay (başka bir rivayette kendi ifadesine göre sadece üç yıl) gibi bir süre bulunmuş olması ve kimsenin işitmediği ve hatta çoğu kişinin itiraz ettiği türden birçok uydurmayı nakletmiş olmasıdır. Bunun yanında Ebu Hureyre’nin güvenilir bir kişi olmadığı, İsrailiyat ve Mesihiyat kaynaklı kimi uydurmalarını rivayet ettiği, sonradan Müslüman olan Yahudi kökenli Ka’b el-Ahbâr’dan edindiği bilgilerle birçok İsrailiyat öğretisini İslam dininin içine soktuğu da ifade edilmiştir. Ka’b el-Ahbâr’ın İslam’a girmesinin arka planında münafıklık ederek dini bozmak ve Allah’ın Resulü’ne iftiralar isnat etmek olduğu görülmektedir.
Mahmud Ebu Reyye, “Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması” isimli çalışmasında Ebu Hureyre ile ilgili çok önemli hususlara dikkat çekmektedir.[16] Öncelikle Ebu Hureyre’nin gerçek ismi, geçmişi ve Müslüman olmadan önceki durumu ile ilgili net bilgiler bulunmamaktadır. Ancak kendi ifadelerinden hareketle yetim büyüyen, yoksul bir kişi olarak karın tokluğuna çalışan biri olduğu anlaşılmaktadır. Otuz yaşlarında Medine’ye geldiği ve fakirliğinden dolayı kendi ifadesiyle karnını doyurmak için peygamberimiz tarafından Mescid-i Nebevi’nin duvarına bitişik olarak kurulmuş olan ve ‘suffe’ adı verilen gölgelikte yaşayan; genellikle genç, bekâr ve yoksullardan oluşan Ashab-ı Suffe grubuna katıldığı bilinmektedir. Tarihi kaynaklar Ebu Hureyre’nin çok yemek yiyen obur biri olduğunu, her gün peygamberimizin ya da ashaptan birinin evinde karnını doyurduğunu, bazen de insanları rahatsız eden hareketleri, vakitli vakitsiz evlerine dalıp yemek istemesi sebebiyle bazı kişilerin kendisinden nefret ettiğini ve bazı sahabelerin ondan yüz çevirip kaçtıklarını ifade etmektedirler. Mizahı, şakalaşmayı ve aslı olmayan hikâyeleri gerçekmiş gibi paylaşmayı seven birisi olduğu, bol hadis rivayeti ve hikâye anlatımları ile insanları oyalayıp eğlendirdiği ve bu sayede onların sempatisini topladığı ifade edilmiştir.
Hz. Ömer’in, asılsız birçok sözü peygamberimize isnat etmesi sebebiyle Ebu Hureyre’yi cezalandırdığı ve bu durumundan vazgeçmesi için onu sürgün ile tehdit ettiği kaydedilmiştir. Hz. Ömer hayattayken onun korkusundan rahat hareket edemeyen Ebu Hureyre, Hz. Ömer’in vefatından sonra aslı esası olmayan birçok hadis rivayet etmeye başlamıştır. Kendisi de bu gerçeği şu sözleri ile ifade etmiştir: “Size rivayet ettiğim şu hadisleri Ömer zamanında rivayet etseydim değneği ile beni döverdi.” Bir başka rivayette ise şöyle söylediği aktarılmıştır: “Ömer ölünceye kadar ‘Allah Resulü buyurdu ki’ diyemedik. Ömer hayatta olsaydı bu hadisleri size rivayet edebilir miydim? Vallahi, asla! Çünkü o takdirde sopasının sırtımı okşayacağını kesin olarak biliyorum. Ömer şöyle derdi: Kur’an ile ilgilenin! O, Allah’ın kelâmıdır.” Reşid Rıza da bu konuda şöyle söylemiştir: “Eğer Ömer’in ömrü Ebu Hureyre’nin ölümüne kadar olsaydı bize bu kadar çok hadis ulaşmazdı.” Yine onun çelişkili olan hadislerinin de hiçbir şekilde dini anlamda dayanak teşkil edemeyecek bir mahiyette olduğunu söylemiştir.
Yine Ebu Hureyre’nin insanlara bir şeyler anlatıp aktarırken hem peygamberimizden duyduğu bazı şeyleri hem de Ka’b el-Ahbâr’dan dinleyip öğrendiklerini birbirine karıştırarak aktardığı, insanların da o gittikten sonra bu haberleri birbirine karıştırdıkları ifade edilir. İbn Kuteybe, Ebu Hureyre ile ilgili şöyle söylemiştir: “Sahabe’den hiçbirinin, benzerini rivayet etmediği sayıda yüklü hadis rivayet eden Ebu Hureyre, bu yüzden ithama uğramış ve bazılarınca yadırganmıştır. Onlar kendisine şunu sorarlardı: ‘Bunu nasıl yalnız sen duyuyorsun? Seninle bunu duyan kimdir?’ İkisinin de ömrü uzun olması itibarıyla Ebu Hureyre’nin bu bol sayıda rivayetini en fazla kınayan Hz. Aişe olmuştur.” Yine Ebu Hureyre’yi yalancılık ile itham edenlerin başında Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gelmektedir. Kaynaklar, Hz. Aişe’nin Ebu Hureyre’ye: “Sen Resul’den duymadığın sözleri rivayet ediyorsun!” dediğinde ona edep ve hayadan uzak bir cevap verdiğine dikkat çekmektedir: “Ayna ve sürme seni Resul ile ilgilenmekten uzak tuttu.” Yine Hz. Ali’nin de Ebu Hureyre için “Dikkat edin o, insanların en yalancısıdır.” ve başka bir rivayette ise “Yaşayanlar arasında Allah Resulü’ne en fazla yalan isnat eden Ebu Hureyre’dir.” dediği kaydedilmiştir. Yine Ebu Hureyre’nin “Sevgili dostum bana haber verdi ki…” şeklinde konuştuğunu duyunca ona “Resul ne zaman senin sevgili dostun oldu?” dediği kaydedilmiştir.
Ebu Hanife’nin talebelerinden olan Ebu Yusuf’tan şu şekilde bir rivayet gelmiştir: “Ebu Hanife’ye şöyle derdim: “Bize Resul’ün hadisi geliyor ve kıyasımızla çelişiyor. Bunu ne yaparız?” Dedi ki: “Eğer o hadisi sika (güvenilir) raviler aktarmışsa onu alır, reyi terk ederiz.” Dedim ki: “Ebu Bekir ve Ömer rivayeti hakkında ne dersin?” Dedi ki: O ikisinden iyisini nereden bulacaksın!” Dedim ki: “Peki Ali ve Osman?” Dedi ki: “Aynı şekilde.” Bütün sahabeyi saymaya başladığımı görünce şöyle dedi: “Bazı adamların dışında, sahabenin tümü adildir.” İstisnalar olarak Ebu Hureyre ve Enes b. Malik’i zikretti.”
Mahmud Ebu Reyye, Hz. Ömer ve Ebu Hureyre arasında geçen bir tartışmayı şu şekilde aktarmıştır: “Ömer 21. yılda Ebu Hureyre’yi Bahreyn valiliğine atadı. Ne var ki, Ebu Hureyre’nin adil bir valiye yakışmayacak bazı ihlallerde bulunduğunu duyunca görevinden azlederek yerine Osman b. Ebi’l Âs b. Bişr es-Sekafî’yi atadı. Ebu Hureyre’yi çağırttı ve kendisine şöyle dedi: “Biliyor musun? Seni Bahreyn’e vali yaptığımda ayağında bir çift ayakkabı yoktu! Sonra duydum ki sen 1000 dinara, 600 dinara atlar satın almışsın!” Ebu Hureyre şu cevabı verdi: “Bizim sürekli çoğalan atlarımız ve ardı arkası kesilmeyen hediyelerimiz vardı!” Ömer: “Senin rızkını ve geçim masrafını belirlemiştim. Bu anlattıkların fazlalıktır, onları ver.” Ebu Hureyre: “Onlar sana düşmez!” Ömer: “Tam tersi. Yoksa yemin ederim ki sırtını acıtırım.” Ömer, sopasıyla kalktı ve onu kan çıkıncaya kadar dövdü ve: “Onları getir!” dedi. Ebu Hureyre: “Onları kendime ait kıldım.” dedi. Ömer: “Bu yaptığım, helalinden almadığın şeyleri itaatkâr bir şekilde vermen içindi! Sen Bahreyn’in en ücra köşesinden, insanlar vergilerini; Allah ve Müslümanlar için değil de senin için versinler diye mi geldin?” Ebu Hureyre’nin bizzat kendisinin aktardığı bir rivayette ise Hz. Ömer’in kendisine şöyle söylediği görülmektedir: “Ey Allah’ın Kitabı’nın düşmanı! Allah’ın malını çaldın değil mi? Yoksa senin on bin dinarın nereden olacak?”
Hz. Ömer’in vefatından sonra Ebu Hureyre her anlamda daha serbest kalmış ve Hz. Osman’ın yumuşak huylu tabiatından da güç alarak asılsız olan birçok rivayeti yaymaya başlamıştı. Hz. Ali ve Muaviye arasındaki mücadelede, Muaviye’nin türlü planlar ile zaman içinde iktidarı ele geçirmesi ile birlikte Ebu Hureyre de altın çağını yaşamaya başlamıştı. Mahmud Ebu Reyye bu durumu şu sözleri ile ifade etmektedir:
“Resul, Ebu Bekir ve Ömer döneminde yaşanan güçlü günlerden sonra fırkaların türemesinin akabinde Muaviye ile Ali, diğer bir deyişle Emeviler ile Abbasiler arasında savaş patlak verip Müslümanlar gruplaşmaya başlayınca Ebu Hureyre, tabiatının yatkın olduğu gruba yakınlaştı. Bu grubun arzuları da onunkilerle çakışıyordu. Bu, Muaviye’nin grubuydu. Bütün lüksü, savleti ve varidatıyla Muaviye’nin grubu; fakirlik, açlık ve zühtten başka bir şeye sahip olmayan Ali’nin grubuyla karşılaştırıldığında Ebu Hureyre gibi bir hayat süren kişinin yapabileceği en muhtemel tercihti. Ali’ye giden yoldan uzaklaşıp, oburluğunu Muaviye’nin rengârenk sofralarında ve ihtirasını onun değerli hediyeleri ile tatmin etmek: İşte Ebu Hureyre’nin bütün isteği. Açlıktan baygınlıklar geçiren ve etrafındakilerin “deli” diyerek boğazına bindikleri Ebu Hureyre’nin, saltanata ve lezzetli yemeklere sahip Emevi Devleti’ni bırakıp yiyeceği peksimet olan yoksul, zahit Ali’ye meyletmesi düşünülebilir miydi? Emeviler, Ebu Hureyre’nin iyiliklerini itiraf etmiş, kendilerine gösterdiği yakınlığı takdir ederek onu hediyelere ve bağışlara boğmuşlardı. Çok geçmeden Ebu Hureyre’nin durumu düzelerek dar günlerden müreffeh günlere, fakirlikten zenginliğe kavuşmuştur. Bir zamanlar vücudunu yırtık Yemen abasıyla örten Ebu Hureyre, artık ipek ve keten elbise giyiyordu.
Emeviler’in, yardımına karşılık Ebu Hureyre’ye verdikleri ilk ödül, Bisr b. Artae tarafından Medine valiliğine atanmasıdır. Ona bu görevi veren Bisr, Muaviye’nin emri ile Hicaz halkına yapmadığını bırakmamış biridir. Mervan b. Hakem de ara sıra Ebu Hureyre’yi Medine valiliğine niyabetle bırakırdı. Zamanla Emevilerin Ebu Hureyre üzerindeki etkileri artmış ve onun için el-Akik’te bir köşk inşa ederek, kendisine arazi vermişlerdir. Bununla da yetinmeyerek, onu yoksul günlerinde karın tokluğuna hizmet ettiği prens Atebe b. Gazvan’ın kızı, Büsre bn. Gazvan ile evlendirmişlerdir. Kibir ve böbürlenmesi onu daha da aşağı bir hale getirmiş, aslı ve mayası ortaya çıkmıştı… Ebu Hureyre’nin Muaviye’ye yaptığı destek kılıçla veya malla değildi. Onun yardımı; ancak ve ancak Ali ve taraftarlarını kötüleyen, eleştiren hadisleri rivayet edip bunları yaymak biçiminde gerçekleşiyordu. Bunun yanı sıra Muaviye’yi ve devletini öven hadisler de söylüyordu. O yaptığı bu propagandayla halkın Ali’den uzaklaşmasını ve Muaviye’ye ılımlı bakmasını sağlıyordu.”
Görüldüğü gibi durumun ve söz konusu dönemdeki rivayetlerin nasıl ortaya çıktıklarının daha iyi anlaşılabilmesi için örnek olarak aldığımız Ebu Hureyre, en fazla hadis rivayet eden ancak peygamberimizin en yakınlarındakiler tarafından “yalancı ve güvenilmez” olarak görülen bir kişidir. 5374 tane hadis rivayet ettiği bilinen Ebu Hureyre’den gelen hadislerin 446 tanesi Buhari tarafından kayıt altına alınmıştır. Peygamberimizin en yakınındaki arkadaşları tarafından rivayet edildiği kabul edilen hadis sayısı ise rivayetlerin asılsız şekilde ne boyutlara ulaştığını görebilmek açısından son derece dikkat çekicidir. Mahmud Ebu Reyye’nin dikkat çektiği gibi Hz. Ebu Bekir’in yüz kırk iki hadis rivayet ettiği iddia edilmekte, Buhari’nin ise bunlardan sadece yirmi ikisini eserine aldığı kabul edilmektedir. Hz. Ömer’in elli civarında hadis rivayet ettiği iddia edilmiştir. Hz. Ali’nin de elli civarında hadis rivayet ettiği kabul edilmekte, Buhari ve Müslim’de Hz. Ali’ye ait olduğu iddia edilen yirmi kadar hadis bulunduğu görülmektedir. Buhari, Hz. Osman’dan dokuz, Müslim ise beş hadisi rivayet etmiştir. Yine Buhari, ez-Zübeyr b. El-Avvâm’dan dokuz, Talha b. Ubeydullah’tan dört, Abdurrahman b. Avf’tan dokuz, Zeyd b. Sâbit’ten sekiz, Selmân el-Fârisi’den dört hadis rivayetini almıştır. Söz konusu sahabelerden rivayet edildiği kabul edilen hadislerin de ne kadar onlara ait olduğu şüphelidir. Bu rivayetlerin metnine bakılmalı ve Kur’an’a uygun ise işte o zaman “gerçekten söylemiş olabilirler” denilmelidir. Bununla birlikte Saîd b. Zeyd b. Nufeyl ve Ubeyy b. Amâra gibi sahabenin ileri gelenlerinden bazılarının, peygamberimizden hiçbir hadis rivayet etmediklerine de dikkat çekmek gerekir.
Bu konuda bir rivayet dikkat çekicidir: “Amr İbnu Meymun anlatıyor: Ben, İbnu Mesud ile perşembe akşamları karşılaşmayı hiç aksatmazdım. Bu gelişlerimde, onun herhangi bir şey hususunda: ‘Resulullah buyurdular ki’ dediğini hiç duymadım. İşte bu akşamlardan birinde, ‘Resulullah buyurdular ki’ diyerek (söze başladı, fakat arkasını getirmeyip) başını öne eğdi. (Biraz bekledikten sonra) kendisine baktım. Gömleğinin ilikleri çözülmüş, gözlerinden yaşlar boşanmış, avurtları şişmiş vaziyette ayakta duruyordu. (Bir müddet bu vaziyette kaldıktan sonra) sözünü şöyle tamamladı: Resulullah öyle veya onun berisinde veya yukarısında veya ona yakın veya ona benzer bir şey söylemişti.” İbrahim Canan hocanın söz konusu rivayet ile ilgili yapmış olduğu açıklamanın bir kısmı şu şekildedir: “Bu hadis, İbnu Mesud’un hadis rivayetindeki titizliğini göstermektedir. Ashabın, birçoğu, hata yapma korkusuyla rivayetten hayatları boyu kaçınmışlardır. Bu rivayet, söylenen hususta İbnu Mesud’la ilgili canlı bir misal vermektedir. Hâlbuki İbnu Mes’ud Ashab’ın büyüklerinden, tanınmış âlimlerinden biridir. Onun İslam’daki ilkliği, Resulullah’a yakınlığı ve ilimdeki ileri mevkii, onu hadis rivayetinde rahat davranmaya cüret ve cesarete sevk etmemiştir. Çünkü bir sözü Resulullah’a nisbet etmenin mesuliyeti büyüktür.”[17] Şayet rivayet edildiği gibi bu şekilde bir olay yaşanmış ise peygamberimizin en yakınındakilerin bir şeyi peygamberimize isnat etmek hususunda ne kadar hassas olduklarını ve bundan kaçındıklarını görmek mümkündür.
Buna rağmen zamanla rivayetlerin nasıl katlanarak çoğaldıklarını, Kur’an’a ve peygamberimizin Kur’an’ı en güzel şekilde tebliğ edip uygulayışına aykırı birçok rivayetin nasıl dinimizin içine sızdığını anlamak zor değildir. Her dönemde olduğu gibi o dönemde de dünya hırsı, menfaat ve iktidar arzusunun, inananlar arasında fitne ateşini yaktığını ve o ateşin telafisi mümkün olmayan zulümlere sebep olduğunu görmek mümkündür. Bu gerçekleri yok saymak ve Allah’ın bunca apaçık ayetini hiçe sayan rivayetleri sırf “güvenilir” zannedilen kitaplarda geçiyorlar diye kabul etmek, bu ateşe ve zulme ortak olmak demektir.
Bununla birlikte sahabe kabul edilen kişilerin tamamının adil ve güvenilir olduğu yönündeki yaygın kanaatin de son derece temelsiz olduğu görülmektedir. Peygamberimiz ile birlikte Allah yolunda canı ile malı ile mücadele eden ve hiçbir yılgınlık göstermeden İslam’ı en güzel şekilde yaşamaya gayret eden sahabelerin olduğu ve her ne kadar isimleri verilmese de bu kişilerden Kur’an’da da övgü ile bahsedildiği bir gerçektir. Buna rağmen yine isimleri verilmese de daha peygamberimiz hayattayken bile birçok münafığın türediği ve peygamberimize manevi anlamda eziyet edenlerin olduğu ayetler ile bildirilmiştir.
Bununla birlikte geleneksel kaynaklarda “sahabenin tümünün adil olduğu” iddiasını geçersiz kılacak şekilde kimi sahabelerin birbirlerini tekfir ederek yalanladıkları örneklerin görülmesi de mümkündür. Yine peygamberimizin yanındakilerin beşer oldukları gerçeği unutularak, hataları olabileceği, unutabilecekleri, yanılabilecekleri ya da nefislerine uyarak hareket edebilecekleri gibi insani yönleri yok sayılmıştır. Bu konuda Mahmud Ebu Reyye şu şekilde bir yaklaşımda bulunmuştur:
“Âlimler ravilerin hallerinin araştırılmasının elzem olduğunu söylemişlerdir fakat sahabenin eşiğinde kalakalmışlar oradan öteye geçememişlerdir. Çünkü onların tamamını adil kabul etmişler ve ashabı tenkit caiz olmaz, onları cerhe yönelinmez demişlerdir. Sahabe hakkında söyledikleri sözlerden birisi de “onların defteri kapandı” ifadesidir. Esasen çok ilginçtir; sahabe birbirini tenkit edip tekfir ederken, bunlar bu noktada duraksamışlardır.
Sahabeden kabul ettikleri kimseler içinde, toplanan zekâtlar hususunda Resulullah’a imalı itirazda bulunanlar, ona eziyet edenler, onun için ‘(o her söyleneni dinleyen) bir kulaktır’ diyenler, Mescid-i Dırâr’ı yapanlar vardır. Keza içlerinde Tebuk gazvesine katılmayıp mazeret beyan edenler var ki, bunların sayısı seksen küsurdur. Hz. Peygambere savaşa katılmayıp mazeret beyan ederek yemin etmişler, Allah’ın Resulü de onların zahiri mazeretlerini kabul etmiş ve haklarında şu ayet inmiştir: “Siz yanlarına geldiğiniz zaman kendilerinden vazgeçesiniz diye Allah’a yemin edecekler. Onlardan vazgeçin, çünkü onlar pisliktir. Kazandıkları işlerin cezası olarak varacakları yer de cehennemdir.” (Tövbe Suresi 95). Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de el-Munâfikûn isimli surenin olması yeterlidir.”
Meşhur müfessir Fahreddin er-Râzî’nin (ö. 1210) hadis rivayetleri ve bunlara yaklaşım konusundaki sözleri dikkat çekicidir: “Bir grup mülhidin (inançsız, münafık) hadis uydurup onları sahih hadisler arasına karıştırdığı ümmet arasında bilinen bir husustur. Hadisçiler iyi niyetleri sebebiyle bunları tanıyamadılar ve onların bu rivayetlerini kabul edip naklettiler. Allah ve sıfatları hakkında münker unsurlar ihtiva eden bu tür haberlerin kesin olarak uydurma olduğunu bilmek gerekir. Buhari ve Müslim gaybı bilmezlerdi. Onlar güçleri yettiğince içtihat edip, sahih hadisleri seçmeye çalıştılar. Onların Hz. Peygamber’den başlayıp kendi dönemlerine kadar her şeyi bildiklerini aklı başında hiç kimse iddia edemez. Biz, onlar ve rivayette bulundukları kimseler hakkında hüsnü zan ederiz; ancak münker bir haberle karşılaştığımızda, onun Resulullah’a ait olmayıp mülhidler tarafından uydurulduğundan da şüphe etmeyiz.”
Hadis konusuna eleştirel yaklaşmak ve Kur’an’dan referans alamayan hadis rivayetlerinin peygamberimize ait olamayacaklarını ifade etmek gerçeğin peşinde olan her inanan için olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Bunun aksini iddia etmek ise hadis rivayetlerindeki iftira ve problemi yok saymak ve Allah’ın apaçık kıldığı ve hidayete yönlendiren güzel dinine yapılan bunca zulmü görmezden gelmek demektir. Geçmişteki hadis âlimleri tarafından sahih olan hadislerin olmayanlardan ayıklandıklarını iddia etmek suretiyle hadis rivayetlerini dokunulmaz kılarak bu konuda söylenecek her şeyin söylendiğini ve konunun kapandığını iddia etmek kabul edilebilir değildir. Çünkü bu iddianın hakikat adına bir şey ifade etmediği ortadadır. Söz konusu kişiler tarafından derlenmiş olan ve en güvenilir rivayetleri içerdikleri zannedilen hadis kitapları, uydurmalar ile doludur.
Musa Carullah Bigiyef’in (ö. 1949) bu konudaki yaklaşımı önemlidir: “Raviler kasten yalan söylemezler. Fakat nakilde bir kusur bulunabilir. Yoksa kulak varken insanın aklına ihtiyaç kalmazdı. Bir haberi tefekkürsüz ve mülahazasız kabul etmektense onu tefekkür ve mülahaza sonunda inkâr etmek daha iyidir. İslamiyet’in esaslarına dokunur bir hadis hakkında serbestçe fikir yürütmek ve mülahazada bulunmak, her Müslümanın elbette mukaddes hakkıdır. “Sabit oldu, iş bitti, artık sükût!” gibi küçük çocukları tedipte (yola getirmekte) kabul kılınabilen sözün böyle hususlarda kıymeti bulunmasa gerektir.”
İsmâ’îl Mansûr ise konuya çok daha keskin bir şekilde eleştirel yaklaşmış ve şöyle söylemiştir: “Bazı ilim adamlarının hadis ilmi diye inşa ettikleri şey (mutlak bir tarafsızlıkla söylemek gerekirse), temeli olmayan bir vehim ve doğru olmayan bir zandan başka bir şey değildir. Çünkü bu, kelimenin tam anlamıyla bir ‘ilim’ değildir; zira sabit (objektif) esasları yoktur. Sadece hüsnü zanna dayalı birtakım bakış açılarından ibarettir.”
Allah’ın Sözlerinden Başka Hangi Söze İnanıyorsunuz?
Kendi indirdiği dini O’na öğretmeye kalkanlara şöyle buyuruyor Rabbimiz: “Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, gökte ne var, yerde ne var hepsini bilir. Allah her şeyi çok iyi bilmektedir.”
(Hucurat Suresi 16).
“…De ki: Allah’ın, göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah’a haber veriyorsunuz?”
(Yunus Suresi 18).
Yine soruyor Rabbimiz:
“İşte bunlar, Allah’ın ayetleridir ki, onları sana hak olarak okuyoruz. Hal böyle iken Allah’tan ve onun ayetlerinden sonra hangi hadise (söze) inanıyorlar?” (Casiye Suresi 6),
“…Hadis (söz) bakımından Allah’tan daha doğru kim vardır!”
(Nisa Suresi 87).
Yine Kur’an’da çok açık bir dille ifade edilir:
“Yemin olsun ki, resullerin hikâyelerinde, aklını ve gönlünü çalıştıranlar için bir ibret vardır. Bu Kur’an, uydurulacak bir hadis/bir söz değildir; aksine o, önündekini tasdikleyici, her şeyi ayrıntılı kılıcıdır. İnanan bir topluluk için de bir kılavuz ve bir rahmettir.”
(Yusuf Suresi 111).
“Bu hadisi (Kur’an’ı) yalanlayanı bana bırak; onları bilmedikleri yerden derece derece (azaba) yaklaştıracağız.”
(Kalem Suresi 44).
Kur’an-ı Kerim, en güzel hadistir. En güzel olandan gelen ve bizi dosdoğru yoluna sevk eden en güzel sözdür.
“Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar sağduyu sahipleridir.”
(Zümer Suresi 18).
Dolayısıyla peygamberimize isnat edilen sözler de dâhil olmak üzere dini konudaki tüm sözler, sözlerin en güzelinin sahibi olan Allah’ın sözlerine uygun olduğu oranda dini anlamda bir değer taşır. Bunun dışındaki sözler, kişilerin kendi görüş ve düşüncelerini temsil eder.
Allah’ın ayetleri dururken din adına başka sözlere itibar edenlerin durumu da açıkça ifade edilir:
“İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah yolundan bilgisizce saptırmak için hadis/laf eğlencesi satın alır ve onu alay konusu edinir. İşte böylelerine rezil edici bir azap vardır.”
(Lokman Suresi 6).
Evrensel ve her dönemin kitabı olan Kur’an, adeta ileride ortaya çıkacak olan hadis kültürünü önceden haber vererek uyarılarda bulunur ve size Allah’ın sözleri yetmiyor mu? diye sorar:
“Artık bundan sonra hangi hadise/söze iman edecekler?”
(Mürselat Suresi 50).
“Hadis (söz) bakımından Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir!”
(Nisa Suresi 87).
“Allah sözün en güzelini (en güzel hadisi) birbiriyle uyumlu/ahenkli bir kitap olarak indirdi. Rablerine haşyet duyanlar onu (okurken) derileri ürperir. Sonra kalpleri ve bedenleri (yine) Allah’ı anarak (onunla) yatışır. Dileyen kimseye Allah işte bu Kitapla hidayet eder…”
(Zümer Suresi 23).
Allah’ın dinini Allah’a öğretmeye kalkan, elçisine vahyetmiş olduğu Kur’an ile yetinmeyen ve arzu ettikleri kimi şeyleri Kur’an’da bulamayanlar, “hadis” başlığıyla peygamberimize birçok yalan isnat ettiler. İnananları kurtaracak olan atalarımız ve onları üzerinde bulduğumuz din değil, Allah’ın dinidir. O da Kur’an-ı Kerim’in ta kendisidir. Bu gerçeğe dikkat çekildiğinde, “Ne yani peygamberimiz hayatta olduğu sürece hiç mi bir şey konuşmadı?” diye itiraz ediliyor. Şüphesiz peygamberimiz pek çok şey konuşmuştur. Ancak dini konularda sadece Kur’an’dan, dünyevi konularda ise kişisel tercih ve beğenileri doğrultusundaki meselelerden konuşmuştur. Ancak peygamberimizin dünyevi konularla ilgili konuşmalarının evrensel ve dini bir bağlayıcılığı yoktur. Peygamberimize isnat edilen, Kur’an’ın ruhuna uygun olan dünyevi tercihleri ile ilgili rivayetleri örnek almak isteyen örnek alır. Ancak bunları dinselleştiremez. Kur’an’ın bizzat uygulanması olan gerçek sünneti dışında ayrı bir sünnet başlığı oluşturarak bunlardan sevap umamaz.
Örneğin peygamberimizin kabak yemeği ya da kırmızı elma yemeyi sevdiği ve günde iki öğün yemek yediği rivayet edilir. Şimdi buradan hareketle kabak ya da kırmızı elma yemek ve günde sadece iki öğün yemek, dini bir konu mudur? Maalesef insanlar böyle zannediyorlar. Biri kalkıp “Ben kabak sevmem” derse “Sen peygamberimizin sevdiği bir şeyi sevmeyerek peygamberimize muhalefet ettin” diyorlar. Yine örneğin peygamberimizin helva yemeyi sevdiği rivayet edilir.[18] Bu yüzden helva yemenin sünnet olduğu söylenir. O dönemde nasıl yapılıyordu bilinmez ancak bugün bu sünneti yerine getirmeyi isteyen kişinin doktorların ısrarla sakınılmasını tavsiye ettikleri üç beyaz olan un, yağ ve şeker kullanarak yapacağı açıktır. Çünkü bunlar helvanın ana gereksinimleridir. Şimdi sağlığa zararlı olduğu apaçık belli olan bir tatlıyı yemek istememek, peygamberimizin sünnetine muhalefet etmek midir?
Yine örneğin yemeği yer sofrasında, diz çökerek, tahta kaşıkla, ayakkabıları çıkartarak ve bir yere yaslanmadan yemenin, tek başına yemek yememenin, ekmeği el ile bölmenin, un çorbası içmenin, su içerken de kıbleye dönerek ve oturarak üç yudumda su içmenin sünnet olduğu rivayet edilir. Şimdi yemek yerken ya da su içerken bunlara uymayan biri peygamberimize muhalefet mi etmektedir? Ekmeği bıçak ile kesen biri sevaptan mahrum mu kalmaktadır? Bu nasıl bir din anlayışıdır? Peygamberimiz tüm bunları kişisel bir tercih olarak ve içinde bulunduğu ortamın şartları neyi gerektiriyorsa ona göre uygulamış ya da hiç uygulamamış olabilir. Ancak bu ve benzeri uygulamaların hiçbiri dini anlamda bağlayıcı değildir. Allah, ayetlerinde peygamberimize buyuruyor: “De ki: Elbet, ben, dini Allah’a has kılarak yalnız O’na kulluk etmekle emrolundum.” (Zümer Suresi 11). Peygamberimiz dini yalnız Allah’a has kılıyor ve din adına yalnız Allah’ın ayetleri ile hareket ediyor. Oysa insanlar, peygamberimizin yetindiği ayetler ile yetinemiyorlar.
Kur’an-ı Kerim’in, Allah sözü olduğundan şüphe edilemez. Kur’an-ı Kerim, kuşku ve şüphe barındırmayan tek geçerli hadistir. Allah’ın hadisi, yani sözüdür. Oysa Kur’an dışındaki söz ve rivayetler, hem Kur’an ile hem kendi aralarında hem de akıl ve yaratılışımız ile çelişmektedirler. Şüphesiz olan Kur’an, şüpheli olan hadis rivayetleri için tek ölçüdür. Şüphesiz olan, şüpheli olanın belirleyicisidir. Doğası bozulmamış insan aklı ve yaratılışı başka türlüsünü kabul edemez. Gerçek anlamda inanan biri başka türlüsünü içine sindiremez. Ancak maalesef yaygın olarak yaşanan din, şüpheli olan üzerine kurulmuştur. Yaygın olarak yaşanan dinde, roller değişmiştir. Şüpheli olan, şüphesiz olan üzerinde otoritedir. Şüphesiz olanın nasıl anlaşılması gerektiğini, şüpheli olan belirlemektedir. Bu sebeple yaygın olarak inanılan ve yaşanılan din, Allah’ın indirdiği, resulünün de tebliğ ederek en güzel şekilde örnek olduğu din değildir. Allah’ın sözlerine teslim olmayan biri gerçek anlamda Allah’a teslim olabilir mi? Allah’ın sözünün önüne söz geçiren ya da apaçık sözlerini hiçe sayarak başka sözlere itibar eden biri, dosdoğru yol üzerinde olabilir mi? Allah’a dinini, resulüne de peygamberliği öğreten biri, kendini Allah’ın ve elçisinin yerine koymuş olmuyor mu?
[1] Müslim, Zühd 72, (3004).
[2] Buhari İtisam 26, İlim 39, Cenaiz 32, Merza 17; Müslim Cenaiz 23, Vasaya 22.
[3] Tirmizi, Sevabu’l-Kur’an 13, (2906).
[4] Müslim, Hac 147 (890); Ebu Davud, Menasik 57 (1905); İbn Mace, Menasik 84 (3074).
[5] Buhari, Menakıb 5.
[6] Ebu Davud, Sünnet, 6, (4604); Tirmizi, İlm 60, (2666); İbn Mace, Mukaddime 2, (12).
[7] Ebu Davud Etime 39; Tırmizi Libas 6.
[8] Buhari, Mesacid 70, Zekat 61, Büyu 67, 73, Itk 10, Mekatib 2, 3, 4, 5, Hibe 7, Şurut 3, 10, 13, 17, Talak 16, Kefaratü’l-iman 8, Feraiz 19, 20, 22, 23; Müslim, Itk 5, (1504); Ebu Davud, Itk 2, (3929-3930); Nesai, 85, 86 (7, 300); Tirmizi, Büyu 33, (1256), Vesaya 7, (2125); İbn Mace, Itk 3, (2521).
[9] Mahmud Ebu Reyye, Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması, çev: Muharrem Tan, Yeni Zamanlar Yayınları, s.30-31.
[10] Tirmizi, Sevabu’l-Kur’an 14, (2908).
[11] Buhari, Megazi 83, İlm 39, Cihad 176, Cizye 6, İ’tisam 26; Müslim, Vasiyye 22, (1637).
[12] Ebu Hanife, El-Âlim Ve’l-Müteallim, çev: Mustafa Öz, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, s. 23-24.
[13] M. Yaşar Kandemir, el-Camiu’s-Sahih, DİA, Cilt: 07, s. 117-118.
[14] M. Yaşar Kandemir, el-Camiu’s-Sahih, s. 114.
[15] İ. Lütfü Çakan, el-Câmiu’s-Sahîh, DİA, Cilt: 7, s. 129.
[16] Mahmud Ebu Reyye, Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması, s. 213-243.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/485-486.
[18] Tirmizi, Et’ime 29, (1832).
Kaynak: Allaha Öğretilen Din/Emre Dorman